Milletlerin ayrılma hakkını tartışıp duruyoruz ama daha Türkiye'de kadının kocasından ayrılma hakkı yok.
Çünkü devlet henüz kadınların ayrılma hakkını garanti altına alabilmiş değil.
Arzu
Yıldırım "ayrılma hakkı"nı kullanmak istemesinin bedelini canıyla ödeyen son kadın oldu. O da tıpkı Ayşe Paşalı gibi kendisini aşağılayan, ezen, döven erkeği terk etmişti. O da tıpkı Ayşe Paşalı gibi, terk edilen erkeğin insafsız bir
ölüm makinesine dönüştüğünü biliyordu. Devletin görevinin onun güvenliğini sağlamak olduğunu da biliyordu. Ona bu görevini hatırlatmak için çok uğraştı. Savcılara gitti, dilekçeler verdi, devlet denen o ağır mekanizmayı harekete geçirmeye çalıştı. Ama
katil, o hantal devletten daha hızlı davrandı. Devlet toparlanıp da gereken tedbirleri alana kadar katil işini bitirmişti. Böylece, sokakta bir erkeğe cilveli sesle saati sordu diye, göbeği açık bluejean giydi diye, kocasına yatakta hayır dedi diye ve tabii suçların en affedilmezini, ayrılma suçunu işledi diye
infaz edilen binlerce kadına bir yenisi daha eklenmiş oldu.
O kadınlar, geleneklerin, göreneklerin, feodal ahlakın cehenneme çevirdiği hayatlarından bir çıkış kapısı arıyorlardı. Sevmenin ölümle cezalandırılan bir suç olmadığı, kadının ayrılma hakkına sahip olduğu, kadın ve erkeğin eşit olarak katıldığı bir dünyanın varlığını öğrenmişlerdi. Artık eskisi kadar
küçük olmayan dünyalarına TV ekranlarından, radyolardan, gazetelerden sızan
özgürlük ışığını görüyor, o ışığa ulaşmak istiyorlardı. Aralarında, ulaşmaya çalıştığı o ışıktan gözleri kamaşan ve yolunu şaşıranlar da oluyordu elbette. Ama çoğunluğu nereye gittiğini biliyordu ve bunun için ölümü göze almıştı.
O kadınlar tarih boyunca, kendilerine biçilen role uyum sağlayamadıkları için deliren,
akıl hastanelerinde çürüyen,
intihar eden, cadı diye yakılan, lanetli diye aforoz edilen hemcinslerinin yanına gittiler. Birer özgürlük şehidi olarak...
X x x
Şimdi herkes soruyor:
Kadın cinayetlerinin son yedi yılda yüzde 1400 artış göstermesinin sebebi ne? Ne oldu da kadın "infazları" bu kadar arttı?
Aslında,
kadın cinayetlerindeki artışın arka planında, hayatın gidişini durdurmaya çalışan, suları tersine akıtmaya çalışan erkeklerin büyük çaresizliğini ve
cinnet halini görüyoruz.
Dünya değişiyor ve her gün daha çok kadın kendisine biçilen role, kader diye dayatılan
kölelik düzenine, itaat beklentisine kafa tutuyor.
Köleler baş kaldırmadıkça köle sahiplerinin zalim yüzü çıkmaz ortaya. Ama köle biraz kıpırdanmaya görsün, işte o zaman sahibinin
iktidar alanını korumak için ne kadar acımasız ve gözü dönmüş olabildiğini görürüz. Ve sanıyorum şimdi gördüğümüz de bu: Köle kadın başkaldırıyor. Her
akşam eve dönünce bir
posta dayak atan kocayla bir ömür geçirmenin kaderi olmadığını düşünmeye başlıyor. Başka bir hayat kurmak, hayatının geri kalanını insan gibi yaşamak için cesaretini topluyor ve restini çekiyor: Seni bırakıyorum.
Bu rest can evinden vuruyor erkeği. Şaşkına çeviriyor, boşluğa düşürüyor, çaresiz bırakıyor ve öfkeden çılgına döndürüyor. Çünkü o, dövse de, sövse de kendisini asla bırakamayacak olan bir kadına sahip olma hayaliyle büyümüş. Annesinden, büyük annesinden böyle görmüş, babasının bu imtiyazına gıpta ederek yetişmiş ve kendisinin de böyle bir güce sahip olacağı hayaliyle evlenmiş. Şimdi o kadın oyunbozanlık yapıyor. Onu terk etmekle elindeki yegane gücü almış oluyor. Kadının varlığıyla o ev, erkeğin tek iktidar alanı. Kendini "erkek gibi" hissedebilmesi için, kendisine itaat eden, istediği gibi aşağılayabileceği, istediği zaman sevip istediği zaman döveceği ve kayıtsız şartsız hükmedeceği bir kadına ihtiyacı var. İşte bu yüzden bu kadar perişan oluyor; bu kadar çaresiz ve gözü dönmüş bir varlığa dönüşüyor terk edildiğinde. Bu yüzden müebbet yemeyi bile göze alabiliyor; kölesiz yaşamaktansa hiç yaşamamayı
tercih edip silahı kendi başına dayayabiliyor. Ve bunu "sevgi" sanıyor.
Erkeğin bir kadın aracılığıyla kendini güçlü hissetme ihtiyacı "erkek
toplum" tarafından o kadar meşru görülüyor ki, bir erkek terk edildiğinde, yani böylesine ölümcül bir
darbe yediğinde, o toplumun bütün kesimlerinin "oyunbozan kadın"ın karşısında ve terk edilen erkeğin yanında saf tuttuğunu görüyoruz.
Herkes, kendisine yönelik gizli bir tehdit algılıyor bu terk olayında.
Herkes terk edilen erkeğin kaybının büyüklüğünü anlıyor ve sessiz bir konsensüsle bu kaybı önlemek için el birliği yapıyor. Karakoldaki polis, "Kocandır, döver de sever de, evine dön" diye eve gönderiyor kadını. Mahkemedeki
yargıç, sözde pişman olmuş dayakçı kocaları tutuksuz yargılama kararı veriyor, boşanma davası açan kadına bir kez daha denemesini telkin ediyor. Aile büyükleri "aman yuva yıkılmasın" diye araya giriyor; şiddetin kol gezdiği o eve geri gönderiyor kızlarını.
Birçok kadın pes ediyor bu güçlü
koalisyon karşısında. Yorgun adımlarla köleliğe geri dönüyor.
Pes etmeyenlerin bir kısmı ışığa kavuşmayı başarıp kendi seçtiği hayatı yaşıyor.
Bir kısmı ise Arzu gibi sırtında yedi kurşunla kaldırıma seriliyor.