Sünnete bağlılık dendiği zaman akla ilk o gelir. Zühdü, takvası,
ibadet ü taati, inceliği ve
sünnete hassasiyeti yönüyle sahabenin içinde parmakla gösterilen nadide bir insandır.
Hz. Ömer'in,
Abdurrahman, Abdurrahmanü'l-Evsat, Abdurrahmanü'l-Asgar, Abdullah, Zeydü'l-Ekber, Zeydü'l-Asgar, Ubeydullah, Âsım ve Iyâz adlarında dokuz erkek çocuğu vardır. Ama, bunlardan yalnızca Abdullah'a: "İbn-i Ömer", yani "Tam Ömer'in oğlu.." denildi. Zira "Ömer'in oğlu" denilince akla ilk gelen insan odur.
Sünnete yüklediği anlam, Efendimiz'in (aleyhi's-salâtü ve's-
selam) onun gözünde ve gönlündeki yeriyle doğru orantılıdır.
Allah Resûlü'ne bağlılıkta o, bir başka derinlik arz eder. O kadar ki, mevlâsı ve büyük
İmam Malik b. Enes'in hocası Nâfi'nin nakline göre, bir gün birlikte Arafat'tan inerlerken o, bir yerde bir çukura iner ve tekrar yukarıya çıkar. Nâfi "Ey İmam, ne yaptın orada?" diye sorunca, şu cevabı verir: "Ben, Arafat'tan inerken Resûlullah'ın arkasındaydım. Burada inip, def-i hacette bulundular. Benim öyle bir ihtiyacım yoktu ama O'na muhalefette bulunmak istemedim."
Allah Resûlü, suyu üç yudumda içmiş, bunu duyduktan sonra artık onun dört yudumda su içtiği görülmemiştir. Bu ölçüde bağlıdır sünnete. Ebû Hüreyre'den sonra en çok hadis rivayet eden sahabilerdendir. Aynı derecede tenkitlere, insafsız eleştirilere ve iftiralara maruz kalmıştır. Sünnete bu derece bağlı bir sahabiye böyle bir iftirada bulunmak hakikaten ahrette verilecek
hesap adına büyük cesaret istiyor.
İslâm'ın ilk yıllarında doğmuş, babasının gördüğü işkencelere de şahit olmuştur İbn-i Ömer. Gördüklerini, "Babamın başına yığılır, dur
durak bilmeden döverlerdi; bir defasında Âs b. Vâil, gelip onu kurtarmıştı." diye ızdırapla nakleder. Hicrette on yaşında vardı yoktu. Bedir'de akranlarıyla birlikte Resûlullah'a arz edilmiş ve ayak parmaklarının uçlarına basıp, büyük görünmek istemelerine rağmen, Resûlullah kendilerini orduya dâhil etmemişti. Boyları uzun da olsa, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşlarını soruyordu. Uhud'da da arz olunmuş, yine yaşı tutmadığı için orduya alınmamıştı. Arkadaşları gibi gözleri dopdolu, içi de hüzünlü evine dönmüştü. O gece sabaha kadar da hiç uyuyamamış ve: "Ne günahım var ki, beni Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda mücadele edecek sahabi topluluğu içine almadılar?" demiş, sızlanmıştı. Ancak bir-iki sene sonra reşit görülmüş ve Hendek Savaşı'na katılabilmişti.
İbn-i Ömer, hiçbir zaman Ehl-i Beyt'e
muhalif ve Emeviler'in yanında olmamıştı. Bilhassa Haccac'ın en çok endişe duyduğu bir insandı. Bir defasında Haccac, ihtimal zulümlerini haklı göstermek için hutbeyi uzattıkça uzatmış ve neredeyse öğle namazının çıkma vakti gelmişti. İbn-i Ömer, durduğu yerden seslendi: "Ey emir, zaman senin hutbeni beklemeyip geçiyor." Haccac bunu hazmedecek kalitede biri değildi. Nihayet bir hac mevsiminde, Harem-i Şerif'te bu büyük sahabinin şehadetine tevessül etti; hem de arkasında ihramıyla. Adamlarından biri ucu
zehirli bir mızrakla İbn-i Ömer'i ayak topuğundan yaraladı. Derken bu yara ve zehir, o koca insanın şehadetine sebep oldu.
Şimdi yeni bir
mevlid bayramının arefesindeyiz. Her yerde farklı toplantılar, konferanslar, paneller tertip edilecek. Mevlid programları,
anma etkinlikleri düzenlenecek. İnsanlar koşar adım Efendimiz'in ve sünnetinin anlatıldığı toplantılara gidecekler. Bilgi yarışmaları düzenlenecek, kitaplar okunacak, güller dağıtılacak... Bunların hepsi güzel ve mutlaka olmalı, ama en önemlisi O'nun sünnetini yaşamak. Sünnete İbn-i Ömer hassasiyeti içinde yaklaşıp hayata tatbik etmek. Her davranışımıza, her düşüncemize, hatta hayallerimize bile "sünnet"ten vize almak. "Evimize gelse ne yapardık?" tarzında slogan kokan söylemlerin yerine, hakikaten O'nu evimize davet etmek. O'nu hissetmek, çocuklarımıza tanıtmak ve derinlemesine anlamak. Anlayıncaya kadar okumak, yaşamak ve O'na salâvatlarla dua etmek... Meleklere bile "İşte bunlar tam Efendimiz'in ümmeti" dedirtmek... Öyleyse gelin, işe Sonsuz Nur'u okuyarak başlayalım...