Gelişmekte olan
ülkeler global
kriz sırasında durakladılar ama kısa sürede yeniden eski
büyüme hızlarını yakaladılar. Krizde ağır bir
üretim kaybı yaşayan (resesyona giren) gelişmiş ülkelerin yeniden büyüme sürecine girmeleri ise uzun sürdü. Resesyona girenler
bütçe politikasından bankalarına ve para politikalarına kadar her türlü imkânla ekonomilerini radikal şekilde
desteklediler.
Sorunları o kadar yapısal ve ağırdı ki, ekonomilerdeki yüksek borçluluğu azaltmak politikacıların katlanamayacağı kadar uzun sürecek ve acılı olacaktı. Genel görüş dünya ekonomisinin uzun süre durgun seyredeceği şeklindeydi. Çünkü nihayetinde
gelişmekte olan ülkelerin hızlı büyümeye devam etmeleri hâlâ ABD liderliğinde gelişmiş ekonomilerin
tüketim gücüne bağlıydı.
Sorunun temeli olan yüksek işsizliğin düşmekte zorlandığını gören gelişmiş ülkeler son bir çaba ile ABD liderliğinde "parasal genişleme" stratejisine geçtiler. Faizlerini sıfıra kadar indirmiş oldukları için başka çareleri de yoktu. Amaç para basıp bunun
hisse senedi,
gayrimenkul gibi riskli varlıklara kaymasını sağlayarak tüketim-
kredi-istihdam çarkına destek vermekti. Varlık
fiyatları arttığı ölçüde borcu düşürme ihtiyacı azalacaktı (borç/varlık oranı yani borçluluk gerileyecekti). Böylece borçluluğu azaltmak daha kısa sürecek ve daha az acılı olacaktı.
Parasal genişlemenin en önemli riski enflasyonun hızlanmasıydı. Ama işsizlik ve kapasite fazlası yüksek olduğu için enflasyondan ziyade tam tersi deflasyon (fiyat düşüşü) daha büyük bir risk olarak görülüyordu. Örneğin ABD'de şirketlerin kârlılığı ve nakit varlıkları sürekli artıyor ama bunun % 90'ı
satışların artmasından değil mevcut istihdamın daha verimli çalışmasından kaynaklanıyordu. Yakın vadede tüketim artışından ümidi kesen şirketler likit kaynaklarını yeni yatırımlara aktarmaktansa belirsizliğe karşı ihtiyati olarak tutunca istihdam artamıyordu. FED'in enflasyon hedeflemesine geçerek deflasyon beklentilerini engellemesi tartışılıyordu.
Profesyonel yatırımcılar ortaya çıkan bu ek likidite imkânlarının niyetlendiği üzere gelişmiş ekonomilerde kalmayacağını ve global finansal entegrasyon sayesinde kolayca gelişmekte olan ülkelere ve emtia piyasalarına akacağını öngördüler. Bu yönde spekülatif
sermaye akışı başladı. Emtia fiyatları 2009 yılı ortasından itibaren hızla yükseldi. Art arda gelen
doğal afetlerin arz tarafındaki olumsuz etkileriyle tarım emtialarındaki yükseliş özellikle 2010 yılı ortasından itibaren, çok daha hızlı oldu. (Grafik 1)
Manşet enflasyondan çekirdek enflasyona
Emtia fiyatları artınca özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu ürünlerin önemli yer tuttuğu enflasyon endeksleri de hızla yükselmeye başladı. Artış sadece
manşet enflasyonla da kalmadı.
Sanayi şirketlerinin artan maliyetlerini mecburen satış fiyatlarına yansıtmaya başlamalarıyla çekirdek, yani tarım ve enerji fiyatlarından arındırılmış enflasyon endeksleri de yükseldi. (Grafik 2)
Gelişmekte olan ülkelerdeki bu durum piyasalarda önemli bir sorun olarak algılanmadı. Zaten hızlı büyüyen bu ekonomilerde otoritelerin
faiz artışları ve diğer önlemlerle global büyümeye fazla bir zarar vermeden enflasyondaki artışı dizginleyebilecekleri düşünülüyordu. Gerçekten de bu ülkelerde merkez bankaları arka arkaya faiz artırarak çekirdek enflasyondaki artışa tepki vermeye başladılar. Piyasalarda gelişmiş ülkelerin hâlâ istihdam yaratmakta zorlandıkları için bu tür önlemleri almak zorunda kalmayacakları ve ekonomilerini (parasal genişleme ve gevşek bütçe politikalarıyla) desteklemeye devam edecekleri görüşü hakimdi.
Ne var ki, son
ekonomik veriler artık enflasyonun gelişmiş ekonomiler için de bir sorun haline gelmeye başladığını gösteriyor.
Avrupa Birliği ciddi bir açmaz içerisinde. 2010 son çeyreğinde ekonomisi küçülen İngiltere'de enflasyon % 3,7 ile % 2'lik hedefin çok üzerine çıktı. Yine büyümekte zorlanan
Euro Bölgesi (Euro kullanan 17 ülke) % 2,4 ile yine % 2 hedefinin üzerinde.
Ama tedirginliği artıran asıl gelişme ABD ekonomisinde büyümenin hızlanmaya ve istihdamı olumlu etkilemeye başladığı yönünde gelen sinyaller. Henüz enflasyon göstergeleri hedefin altında ama eğer enflasyon bu en önemli kaleyi de fethetmeye başlarsa endişeler iyice artacak. Piyasaların bundan çekinmeye başladığının güzel bir göstergesi de 10 ve 2 yıllık ABD devlet tahvili getiri farkının hızla artmaya başlaması. (2 yıllık tahvil getirisi de artıyor olduğu halde, Grafik 3) Diğer bir deyişle, piyasalar uzun vadede enflasyon tehdidini daha fazla önemsemeye ve buna karşı istediği risk primini artırmaya başladı.
Enflasyona karşı korunmakta fayda var
Kriz arkada kaldıkça daha önce alınan radikal önlemlerin enflasyonu artırıcı etkileri ortaya çıkmaya başladı. Eğer merkez bankalarının doğru bir şekilde ve zamanında parasal genişlemeden vazgeçip tersine sıkılaştırmaya gidebileceklerine inanılabilse enflasyonda görülen bu artış tedirginlik oluşturmaz. Ama ne ABD ne de AB ekonomileri henüz gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi merkez bankalarının kararlı bir şekilde ihtiyatlı davranabilecekleri bir büyüme hızına da erişmiş değiller. ABD'de % 9 ve
Euro Bölgesi'nde % 10 olan
işsizlik oranları % 5'lere yaklaşmadan ne FED ne de ECB sert konuşmalardan öteye geçemezler. Kaldı ki, ECB Başkanı Trichet "gerekirse faiz artırırım" diye rol kesmeye devam ediyor ama Bernanke bunu bile yapmayıp enflasyondaki artışın henüz bir tehdit olmadığı görüşünü savunuyor.
Ve en çok korkulması gereken risk de bu.
Merkez bankaları giderek artan enflasyon tehdidini ciddiye almadan uzun süre karşıdan seyrederler ama sonra akılları başlarına geldiğinde panikle piyasaların önüne geçmeye çalışırlarsa ortalık ciddi şekilde karışacak. Belki Türkiye'de dünya ortalamalarının çok üzerinde olan enflasyon, tarihinin en düşük seviyelerine indi ama dünyadaki durumun farklı olduğuna dikkat etmek gerekir. Üstelik bu ortamda Türkiye'de politika faizi geriliyor. Aslında doğru olan ve 5 yıl önce ortaya konması gereken anlayış maalesef şanssız bir döneme rastlamış oldu. O nedenle bugünkü sinyalleri göz ardı etmeyip yavaş yavaş enflasyona karşı korunmaya başlamakta fayda var.