"Öldü mü? Çatlarım yine inanmam!Gizliye yanarım, ölüye yanmam!"
Beklenmeyen her
ölüm sonrası
şairin yukarıdaki tepkisine benzer bir tepki veriyor insanoğlu. "Nasıl olur?" diye soruyor inanamayarak. Belki de bu nedenle, haber merkezleri haberi düz bir şekilde verdi, hani biraz yanılma payını da saklı tutarak; "
Defne Joy Foster evde ölü bulundu?"
Saatler boyu bu haber kaldı altyazılarda.
Oysa ölüm; tarih kadar eski ve hayat kadar gerçek. Şaşırıyoruz yine de, inanamıyoruz, inanmak istemiyoruz ani ölümlere.
Yazık ki şöyle bir soysuzlaşma var insanoğlunda: Ölüm; klişe ifadeyle bir tür 'ortak payda.' Geldiği anda
bıçak gibi keser hayatı ve kapıldığımız gerçekliği. Lakin
modern insan ilk baştaki şaşkınlığını atar atmaz, henüz ölenin cesedi bile soğumadan üzerine binip, üç kuruşluk ideolojisi uğruna bir rodeo atı gibi istediği yöne çekiştirmeye çabalıyor. Halbuki, en can yakanı olmakla beraber, nasihatlerin en değerlisi ve yeterlisi.
İnansın inanmasın, her insan için kendi içine yönelmek adına en önemli fırsat belki.
Sanırım bunu en iyi yaşayanlardan biri bugünlerde Yasin Solmaz. Yasin'i yıllardır tanırım, neredeyse çocukluğundan beri. Cumartesi onu öyle arabanın içinde saatlerce düşüncelere dalmış görmek içimi burktu.
Yaşadığı acı olayla
sabır imtihanı geçirirken, kopartılan bunca gürültüden haberi yoktu şüphesiz. Yoksa o derin iç muhasebeyi bir kenara bırakıp, bambaşka şeylere öfkelenip, kırılıp, daha da yaralanabilirdi.
Bizim inancımızda şöyle bir dua vardır:
Allah ölümün de hayırlısını versin!
Çokça duyduğumuz 'Su testisi ve kırılma' tartışması için bunu söylüyorum.
Atalarımız niçin böyle demiş ama hakikat perspektifinden bakıldığında çok da geçerli değil bu söz.
Hayat çizgisi dümdüz olmuyor hiçbir zaman. Gittiğiniz yolun garantisi yok çünkü. Bir ömür boyu düzgün yaşamış olsanız bile nasıl öleceğiniz meçhul. Tersi de geçerli tabii.
Ve belki her ölüm bize bunu hatırlatmalı ilk olarak. Şairin dediği gibi yine:
"Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm/ Bana geldiği zaman böyle gelecek ölüm!"
Diriyi yargılamak peygamberlere bile düşmemiş, kaldı ki ölüyü, ölümü...
Hiçbir ölümlünün merhameti Rabb'in merhametinden daha kuşatıcı değildir, unutmamak lazım.
Meşhur kıssadır, Halife
Harun Reşit, Behlül Hazretleri'nin kapısına gelir. Niyeti 'Adalet' ile ilgili dünyevi
tavsiye almaktır. Mezarlığı gezdirir Koca Pîr ona. Reşit'in validesi anlam veremez önce ama sonra küpe niyetine şu cümleyi işitir: "Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz."
Ölüm bir uç beyidir idrakler için, tıkanıklıkları açar, daralmaları genişletir, nefes aldırır zihinlere. Bunu anlama yeteneğimizi yitirmişsek, sair şeyler için çabalamanın bile anlamı yoktur.
Ölüme tıkalı kulakların hayata sağırlığı kesindir. Kişi bunu idrak etmeyebilir ama öyledir.
Ve her ölüm mutlak hakikati çığlık çığlığa haykırarak geçer önümüzden.
Başlıkları hatırlayın, sadece bayağı değil aynı zamanda hakikat ile aramızdaki uçurumun derinliği hakkında fikir verici: "Yok böyle ölüm!", "Defne'dildi" vs..
Büyük bir ıskalayışın, muazzam bir karavananın ifadesi olan yakıştırmalar.
Bize düşen hikmet dermek her olaydan, ibret almak her ölümden. İster Defne olmuş, ister sen, ister ben...
Yine şairin veciz ifadesiyle bitirelim:
"Sor; çukuru nerde, serçelere sor!"