Yedeksubaylık rütbesini kazanıp da, omzuma kibritin kav yerini andıran kısa düz şeritli asteğmen işaretini takınca az biraz gururlanmadım desem yalan olur; subaylar arasında asteğmen -adı üstünde- pek subaydan sayılmayıp "yedek" muamelesi görse de bir anda "Takım komutanı" sıfatına kavuşuyor, o günün şartları itibarıyla hiç de azımsanamayacak bir maaşa hak kazanıyor ve en önemlisi
silah taşıma imtiyazına nâil oluyorduk.
Silâh dediğim, şu bizim bildiğimiz -veya çoğunuzun bilmediği-
Kırıkkale yapımı tabanca oluyor. Gerçi, bölük astsubayımız hemşehrim Rıza Başçavuş -Yaşıyorsa
Allah selâmet versin- silâhı teslim ederken, "Pek kulakasma!" anlamına gelecek bir yüz ifadesi takınmıştı ama bu bir
yerli yapım silâhtı neticede; öz be öz
Türk mühendislerinin, Türk emeğinin, Türk ustalarının ve işçilerinin
ürünüydü. Yerli maldı yahu!..
Biz "yerli malı" kavramına önem veren bir kuşağız.
İlkokul yıllarında her güz mevsimi bütün
sınıf halinde haftanın anlam ve önemini idrak ederek evden getirdiğimiz kuru
üzüm, pestil,
leblebi,
portakal, fındık, cevizleri yerken öğretmenlerimizin, "Çocuklar, bir vakitler toplu
iğneyi bile dışarıdan almak zorundaydık; şimdi çok
şükür toplu iğne, çivi yapabiliyoruz; yerli mallarımızı tanıyalım, kullanalım;
ithal ürünlere yüz vermeyelim" diye övünen nutuklarına muhatap olur, "Vay be; nerelerden nelere gelmişiz" diye iftihar ederdik.
İlk yerli malı otomobil
Anadol'u nasıl heyecan ve gıpta ile karşılamış ama çok geçmeden kaportası hariç neredeyse tamamının ecnebî damgası taşıdığını öğrenince hafif hayâl kırıklığına uğramıştık. Anadol'un cam elyafından mâmul kaportasını kırsal yörelerde eşeklerin kemirdiği şeklinde bir efsâne vardı Anadol hakkında; belki de iftirâ idi ama benim nazarımda Anadol'un ilk
yerli otomobil unvanı kazanmasını doğrulayan bir dedikoduydu bu.
Yahu tadı bile
yabancı değildi Anadol'un; bundan âlâ yerli ürün olur muydu?
Dönelim bitmeyen askerlik hâtıralarına: Asteğmenlerin iki kadro silahı vardı o zamanlar; ilki, tuvalete bile gitseniz yanınızdan ayırmamanız gereken zimmetli tabanca, yani nâmı diğer Kırıkkale; öteki ise "Sten makinalı" denilen garip âlet. Garip çünkü tüfeğe benzer bir tarafı yanı yoktu doğrusu. Üvendire çapında bir
boru, ucunda kısacık namlu, ardında uydurma bir dipçik. Bize o zamanlar Sten'i İngilizlerin harp yıllarında malzeme kıtlığı sebebiyle askerî karyola demirlerini keserek yaptıklarını anlatmışlardı. Bu efsâne kısmen doğruymuş ama elbette karyola demiri kısmının palavra olduğunu ilâve etmeliyim. Çok tehlikeli ve kullanımı riskli bir silahtı. Bir atış esnasında tugayda görevli bir üsteğmenin gözüne, Sten'in
kapak takımı fırlayınca kör kalmış, muvazzaflık hizmetini tankçı iken geri hizmetlerde tamamlamıştı.
Tamam, milli ve yerli bir silahımız vardı; üstelik Karadeniz'in ev atelyelerinde Lâz ustalar iki eğe, bir çekiçle en yaman silahların bile orijinaline tıpatıp benzeyen "Çakma" tabancalar, silahlar yapabiliyorlardı ama milli bir tüfeğimiz yoktu.
70'li yılların sonlarına doğru bizim MKE ustaları, G-3 adı verilen MKE ürünü
tüfek yapınca yine milli gururumuz okşanmıştı. G3'lerin daha sonraları
arazi şartlarında dünya şampiyonu unvanı kazanan AK-47, nâm-ı diğer Kalaşnikof'lar karşısında yetersiz kaldığını duymuş, üzülmüştük.
Anlattığım hadiseler otuz senelik hâtıralar. Geçen zaman zarfında içimdeki silâh sevgisi köreldi, hatta nefrete dönüştü fakat birer mekanik ve endüstriyel
tasarım olarak silahları hâlâ severim uzaktan.
Derken geçenlerde bizim gazetede bir haber çarptı gözüme: "Milli Makineli Tüfek İçin İmzalar Atıldı" başlığını okuyunca saatime baktım:
Saatim 2011 yılını gösteriyordu!
Kendi kendime "Günaydın" dedim.
Biraz gecikmemiş miydik?
Haberi hatırlayalım ana hatlarıyla: "
Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Türkiye'nin öz kaynakları kullanılarak
makineli tüfek üretilecek. Makine Kimya Endüstrisi (MKE) ilk milli
makineli tüfek için düğmeye bastı."
Vay vay vay!.. Yahu arkadaşlar, bu devirde makineli tüfek dediğiniz nedir ki, yerlisinin imali gazetelerde haber olabiliyor? Bakınız, yerli makineli yapıyoruz diye başta
Milli Savunma Bakanı, Silah
Sanayii Müsteşarı, MKE genel müdürü, asker ve
sivil yetkililer
tören düzenlemişler üstüne üstlük.
Haber şöyle devam ediyor:
"TSK'nın istediği taktik ve
teknik özelliklerini taşıyan, muharebe ortamında, gece ve gündüz her türlü arazi ve hava şartlarında kullanılabilecek milli
modern makineli tüfek, Türk mühendisler tarafından tasarlanıp üretilecek.
Proje kapsamında ülkemizdeki
Ar-Ge kuruluşları ile üniversitelerle
işbirliği yapılacak, ayrıca özel sektörden de pek çok sayıda üretici alt yüklenici olarak görev alacak. Projede başarılı olunması durumunda, ihracat imkânları da aranacak."
Diyeceksiniz ki: "Yahu makineli tüfeğin lâfı mı olur; silah sanayiinde biz hayli mesafeler katettik; üstelik her şeyin, her silahın ille yerlisini yapmak da şart değil." Haklısınız, ama ben de haksız sayılmam hani...
İlk makineli tüfek yapılalı beri neredeyse 150 sene geçti. Bir buçuk asır sonra "İlk yerli ve milli makineli tüfeği yapıyoruz" diye ortalığa düşüp sevindirik olmak benim biraz tuhafıma gitti. Tamam, teknolojide dünya şampiyonu olmadığımızı herkes gibi biz de biliyoruz ama makineli tüfektir, otomobildir, motordur, beyaz
eşya veya
elektronik ev eşyasıdır; bu gibi şeyleri yapabiliyor olmaktan dolayı gururlanmak biraz garip olmuyor mu?
Bu bana biraz da ilkokul öğretmenlerimizin "Artık toplu iğne bile yapabiliyoruz çocuklar, ne mutlu bize!" diye sevinçle övünmesini hatırlattı.
Acaba, derim zaman zaman, 1930'lu yıllarda rahmetli Nuri Demirağ'ın milli
havacılık hamlesi desteklenip biraz devlet himâyesi görseydi ve biz havacılık endüstrisinin henüz başlangıç yıllarında sektöre girebilmiş olsaydık, şimdi "Milli makineli tüfek yapıyoruz" diye sevindirik olur muyduk?
...
Yazıyı bağlarken aklıma düştü şimdi; biz
metal çatal kaşık yapabiliyorduk değil mi?