Pınar Selek, bir
insan hakları savunucusu. Toplum meseleleriyle yakından ilgilenen bir sosyolog. Pınar'ın kim olduğu, içine itildiği yargı cehenneminin ona nasıl bir kâbus yaşattığı biliniyor.
Yargılanma aşamasındaki çelişkileri duymayan yok. Tam on iki yıldır süren
davada iki defa
beraat ettiği halde
yüksek yargının müebbet istemiyle karşı karşıya. 9 Şubat'ta karar verecek olan yerel
mahkeme, Pınar'ın geleceğini belirleyecek. Pınar, ya
sürgün olarak yurtdışında kalmaya devam edecek. Yahut yokuşlarını bile özlediği İstanbul'a, ailesine, dostlarına ve
sokak çocuklarına dönecek.
Hemen her kesimden insan Pınar'a
destek vermek için seferber oldu. Onun için
kalem oynatanlar Pınar'ı müebbet hapisle tehdit eden yargıyı eleştiriyorlar... Ama bütün bu çabaların çarpıp durduğu koca bir
duvar var. Bir kara delik, söylenen bütün sözleri, bütün masumiyet karinelerini yok sayıyor. Pınar, hiç ilgisi yokken, '
bombacı kız' olarak anılıyor. Basının 'seksi haber' gayretkeşliği, bürokrasinin derin labirentinde yok olan gerçekleri daha da bulandırıyor.
Ama bütün bunların anlattığı bir
Türkiye gerçeği var. Tıpkı
Hrant Dink davasında olduğu gibi, Pınar Selek davasında da, herkesçe bilinen doğrular bir türlü yargının
sistemine alınıp işletilemiyor.
Bunda sebep sadece yargının ağır işleyişi olsaydı daha anlaşılırdı. Ama her iki davanın seyri ciddi bir
toplumsal yarılma haline işaret ediyor. Yani; kamuoyunda oluşan vicdan, bürokrasiye etki edemiyor. Bırakın bürokrasiyi, devletin zirvesinde dahi gerekli duyarlık oluşamıyor.
Hatırlayın,
taş atan çocuklar meselesi
Cumhurbaşkanlığı'na gidene ve oradan hükümet inisiyatif alana kadar ne kadar çok zaman kaybedildi. Cumhurbaşkanı Gül'ün Hrant davasında inisiyatif alması da ancak 4 yıl sonra mümkün olabildi. Böyle bakınca, Cumhurbaşkanı'nın davanın akıbetini kişisel olarak dert edindiğini kamuoyu ile paylaşması bile ciddi bir aşama sayılır. Cumhur-başkanı'nın gücü ne kadarına yeter bilinmez. Ama sorun tam da burada başlıyor. Devletin zirvesi bazı konularda hassasiyet geliştirse bile, bunu bürokrasiye yansıtması kolay olmuyor.
Bürokrasinin, zannedildiğinin aksine canlı bir organizma olduğunu da böylece idrak ediyoruz. Bürokrasinin tozlu raflarında bekletilen ve açık
hukuksuzluklara sebep gösterilen atalet, aslında canlı tutulmak istenen bir tavrın aracı.
Hizbullah davasında yaşanan da benzerdi. Her biri bir yol kazası gibi gösterilen hukuksuzluklar aslında bir zihniyetin korunmasının aracı kılınıyor. Hrant davasında örneğin, hukukun öne çıkarılması, hangi
kampa
hizmet eder onun hesabı yapılıyor. Yahut 'hukuk tecelli ederse hangi kamp mağlup olur'un derdine düşülüyor!
Keza Pınar davasında da onun nezdinde, kadınlığın, sol tavrın, marjinalitenin mahkûm edilmesi söz konusu. Çok doğrudan yansıtılmasa da, yargıda bir türlü oluşamayan olumlu kanaat bu zihniyetin sonucu.
İşlemediği bir suçtan dolayı iki defa beraat etmiş birini tekrar müebbet hapse çarptırma talebi, takdir edersiniz ki sadece 'dava dosyasına' bağlı kalınarak verilebilecek bir karar değil. Öyle olsa dosyada yerel mahkemenin beraat kararına gerekçe olan deliller, raporlar dikkate alınırdı. Pınar Selek davasında yüksek yargıyı bu kadar kör ve sağır yapan nedir diye sormak gerekiyor belki de. Yüksek yargı, müebbet gibi ağır ve haksız bir kararın eşiğine hangi saiklerle gelebiliyor? Türkiye'de ne yazık ki, zihniyet farklılıklarının bedelini masum insanlar ödüyor. Demokratikleşme konusunda bu kadar yol kat etmiş bir ülkede hâlâ açık hukuksuzluk yaşanıyorsa, dönüp
zihin dünyamızın parçalanmışlığına ve toplumsal kamplaşmamıza bakmamız gerekli. Adaletin üst bir değer olarak tesis edilmediği bir ülkede demokrasiden söz etmek ise hazin. Hazin; çünkü isteyen inandığı kampın içinden, bir başkasını mahkûm edebilmenin araçlarını bulabiliyor.
Türkiye'de bütün bu kutuplaşmayı ve ortak değer ölçülerinin oluşmayışını aşacak yeni bir sistem gerekli. Yargı
reformu o nedenle zorunlu.