CHP milletvekillerinin "Yüksek yargı ele geçiriliyor" gerekçesiyle "halkı direnişe" çağırmalarındaki ucubelik bir yana, asıl önemli olan bu çıkışların
yüksek yargıdaki siyasallaşmayı gölgelemesi...
Yüksek yargı sadece bugün değil, 60
darbesinden bu yana resmi ideolojinin en güçlü dayanağı durumunda.
Yargıyla ilgilenen her insan bu gerçeği iyi biliyor...
Alın 16
Mart İstanbul Üniversitesi katliamı ve DİSK'in efsanevi başkanı Kemal Türkler'in öldürülme
davalarının zaman aşımına uğramasını...
Bu ideolojik zihniyet kimi zaman davaları zaman aşımına uğrattı, kimi zaman da içinden çıkılmaz hale sokarak kendisini var eden sisteme güç verdi. İşte bunlardan biri de
Sosyolog Pınar Selek davası.
Sosyoloji çalışmalarını
sokak çocukları, travestiler gibi toplumun dışlanan kesimleriyle sürdüren Selek'in
hedef seçilmesi 1997'de
Kürt sorunu ile ilgili araştırmasıyla başladı.
O günler
Susurluk ve 28
Şubat postmodern darbe süreciydi. Selek, 11 Temmuz 1998'de gözaltına alındı. Ağır işkence gördü ve araştırmasına el kondu.
Kısa sürede hakkındaki "örgüte
yardım ve yataklık" suçlamasında yer alan delillerin polisçe sahte tutanaklarla üretildiği ortaya çıktı. Ancak bu sırada başka bir şey oldu. 9 Temmuz 1998'de İstanbul
Mısır Çarşısı'nda bir
patlama oldu ve çok sayıda insan yaşamını yitirdi.
İlginçtir iki gün sonra tutuklanan Selek'e
sorgu sırasında bu konuyla ilgili tek bir soru sorulmadı. Çünkü o dönemdeki polis ekspertiz
raporlarında patlamanın kaynağı
bomba değildi.
Ama sonradan ortaya bir PKK'lının ifadesi çıktı. 28 Şubatçılar "andıç"lamaya alışkın oldukları için o ifadede
sanık şöyle diyordu: "Bombayı Selek'le birlikte koyduk."
O günden sonra Pınar Selek adı hep gündemde... Anlaşılan devlet, bu sosyologu içeride tutmayı kafasına koymuştu. Selek, bu gerçeği savunmasında çok net biçimde özetliyordu:
"Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna,
içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak
bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın."
Selek "bombacı" olarak suçlanıyordu ama işin ilginç tarafı, Selek'i ifadesinde suçlayan sanık, çıktığı ilk duruşmada ifadeyi ağır işkence altında verdiğini ve sosyologu tanımadığını söyledi.
Daha ilginci "Bombayı birlikte koyduk" diyen sanık bir süre sonra
beraat etti. Bu durumda sosyolog Selek'in de beraat etmesi gerekmez mi?
Gerekir ama "devlet yargısı" izin vermedi.
Mısır Çarşısı'nda patlayanın bomba olmadığını anlatan üç bilirkişi raporuna rağmen Selek, ancak 2.5 yıl sonra
tahliye edilebildi.
Bu tahliye Selek'in "özgür" kalması anlamına gelmiyordu, çünkü devlet peşindeydi... Bu kez
İçişleri Bakanlığı ve İstanbul
Emniyet Müdürlüğü mahkemeye patlamanın bomba olduğunu gösteren imzasız ve tarihsiz bir rapor gönderdi.
Böylece yine yargılama başladı, yine bomba olmadığını anlatan bilirkişi raporları hazırlandı. Dava uzadıkça uzadı... Tam 10 yıl sonra 2008'de Sosyolog Selek, ikinci kez beraat etti. Beraat etmişti ama işin bir de "Yüksek Yargı" boyutu vardı. Devreye
Yargıtay 9. Dairesi girdi ve mahkemenin beraat kararını bozdu. Ve
dosya itiraz sonucu Yargıtay
Ceza Genel Kurulu'na gitti.
Oradan ne çıktı biliyor musunuz? "Ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezası uygulansın."
İnanılmaz bir yargı süreci değil mi?
Bu tablo, Türkiye'nin neden AİHM'de en çok hüküm giyen
ülke olduğunu anlatmıyor mu?
Şimdi Pınar Selek bir kez daha mahkemeye çıkacak. Bu tür davalar ve ortaya çıkan adaletsizlikler bir tek şeyi gösteriyor; başta yüksek yargı olmak üzere Türkiye'nin acil yargı reformuna ihtiyacı var.