Ortadoğu’da ‘değişim ihtiyacı’nı en doğru okuyan
ülke Türkiye oldu. Türkiye ihtiyacı okumakla kalmadı, bu ihtiyaca
cevap olabilecek
ekonomik, toplumsal ve siyasi
politikaları da üretmeye başladı.
Örneğin çatışanları barıştırmaya çalıştı:
İsrail-
Suriye, ABD-
İran,
Irak-Suriye, Lübnanlı gruplar,
Hamas-
Abbas,
Afganistan-
Pakistan, Iraklı Şiiler-Sünniler ve daha pek çok örnek Türkiye’nin arabuluculuk misyonuna örnek verilebilir. Bu anlamda Türkiye
bölgede barışı ve istikrarı kuran ülke olmaya çalıştı.
İkinci olarak
Ankara, tüm bölge ülkelerine ‘değişim’ çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül daha
Dışişleri Bakanlığı döneminde
İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantılarında
Müslüman ülkelere reform çağrılarında bulunuyordu: “Eğer kendi evimizi düzene koymazsak başkası müdahale imkânı bulur” diyen Gül’ün çağrıları İslam dünyası için tarihi önemdeydi. Aynı şekilde
Başbakan Tayyip Erdoğan da,
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da her gittikleri ülkede hukukun üstünlüğü ve
demokratikleşme vurgusunda bulundular. Bu uyarılar çoğu kez kapalı kapılar ardında oldu. Ancak her zaman oldu. Türkiye dost ülkelerin liderlerine eğer reform yapmazlar ise sorunlarının devam edeceğini, bunun sonucunda bölge dışı ülkelerin müdahalelerinin geleceğini, hatta içeride çok büyük güvenlik sorunlarının doğacağını hatırlattı. Önceki hafta bir grup akademisyen ve gazeteci ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül’ün
Yemen gezisindeydik. Bir gazeteci “neden Yemen’deki
insan hakları sorunlarını eleştirmiyorsunuz” mealinde bir soru sorunca Cumhurbaşkanı Gül bir kez daha anlatmak zorunda kaldı: “Orta Asya’dan Yemen’e kadar, tüm dost liderlere kapalı kapılar ardında çok güçlü
açılım çağrılarında bulunuyoruz” dedi. Başka bir deyişle Türkiye medyada şov yapmıyor, tam aksine demokratikleşme çağrılarını yaklaşık sekiz yıldır kesintisiz ve etkili bir şekilde gözlerden ırak sürdürüyor.
Demokrasi altyapısına yatırım
Türkiye küsleri barıştırıp, yöneticileri demokratikleşmeye yönlendirirken, üçüncü kademede bölgeyi olabildiğince çatışmasız bir şekilde normalleştirmenin altyapısını da kurmaya çalışıyor. Nedir bu? Elbette çoğulcu, tek ürüne dayanmayan, üretken ve canlı bir ekonominin inşa edilmesidir. Eğer bölge petrol ve gaz dışında, emeğe ve insana dayalı bir ekonomi oluşturabilirse, işte o zaman demokratik
siyaset, üzerinde yeşerebileceği uygun bir zemin bulmuş olacak. Bu çok hayati, çünkü Ortadoğu’da sorun Mübarek ya da
Bin Ali değil. İsimler değişir, ancak siyasetin üzerine oturacağı altyapı olmadığı sürece sonuç almak mümkün değildir. Demokrasi bireylerin haklarına sahip çıkmalarına dayanan bir ‘siyasete
katılım kültürü’dür. Bu ise ancak üreten ve dış dünya ile etkileşim halinde olan bir toplumda mümkün olabilir. İşte Türkiye vizeleri ve gümrükleri kaldırarak, sınırları insanlar, turizm ve ürünler için anlamsız kılarak bunu yapmaya çalışıyor. Türk şirketleri
Mısır,
Ürdün ve
Tunus gibi ülkelere yatırım yaparken Batılı şirketlerden farklı olarak ellerini taşın altına soktular ve bu ülkelere
üretim kültürünü de götürmeye başladılar.
TİKA,
Yunus Emre Enstitüsü, özel Türk
yardım kuruluşları ve okulları Fas’tan Pakistan’ın derinliklerine kadar toplumu harekete geçirdi, normalleşmenin zemininin oluşumuna katkıda bulundu.
Dördüncü olarak Türkiye ‘bölge bilinci’ni geliştirmeye çalıştı. Ortadoğu’ya evi olarak baktı, diğerlerinin de aynı perspektifi kazanması için uğraştı. Böylece bölge dışı ülkelerin müdahalelerine gerek bırakmayacak bölgesel inisiyatiflerin ortaya çıkmasına katkı sağladı.
İlham verdi
Beşinci olarak Türkiye diğerlerine örnek oldu. Kendi yapmadığı açılımları başkasına empoze etmeye kalkmadı. Türkiye’de
Kürt sorununda en cesur adımları atabilen bir Türkiye Yemen’de veya Mısır’da ‘
demokrasi’ derken inandırıcılık sorunu yaşamadı. Önce örnek oldu, sonra benzeri adımları dostlarından talep etti. Bu anlamda başarısı pek çok ülkeye ve halka ilham kaynağı oldu.
Son olarak Türkiye, Batı ile eşit ve başarılı bir ilişkinin mümkün olabileceğini kanıtladı. Bu dönemde Türkiye belki de
Cumhuriyet tarihinin en bağımsız ve en cesur
dış politika dönemlerinden birini yaşadı. Davos’ta İsrail azarlandı, sonrasında meydan okundu, 1
Mart Tezkeresi reddedildi, İran konusunda BM’de yalnız kalındı ve daha pek çok olayda Türkiye bağımsız, tutarlı, kararlı ve onurlu bir dış politika izledi. Diğer taraftan Ankara Batı’ya haksızlıklarını hatırlatırken, Batı’nın iyi değerlerinden kopmadı. Tam aksine bölgede bu değerlerin Batı’dan bile daha fazla savunucusu ve taşıyıcısı oldu. Bu haliyle Türkiye tüm Arap ve İslam âleminin önünde Batı ile farklı bir ilişkinin kurulabileceğinin de en canlı kanıtı oldu. Bir başarı hikâyesi olarak karşımızda duran Türkiye, böylece
El-Kaide' class='textetiket' title='El Kaide haberleri'>El Kaide gibi radikal ve şiddet yanlısı hareketlerin de panzehiri haline geldi.
Sonuç olarak Türkiye’nin Mısır veya Tunus’taki olaylarla ilgili yeterince demokrasi yanlısı açıklamalar yapmadığını iddia edenlerin Türkiye’nin Ortadoğu siyasetini yeterince takip etmedikleri söylenebilir. İki
sokak gösterisi görünce Arap Dünyası’na demokrasi geldi sananlar, bu işin asıl yükünü Türkiye’nin çektiğini göremiyorlar.