Demokratik
topluma dönüşme sancısı bugün
Türkiye'de İslami duyarlılık taşıyan kesimi proaktif bir özne konumuna getirdi. Daha adil, eşitlikçi ve
özgürlükçü bir düzen, bu geniş toplumsal kitlenin iradesine muhtaç.
Mücadele ise
doğal olarak eskinin taşıyıcısı olan devlet sistematiğine ve onun sahiplerine karşı yürütülüyor. Ne var ki Türkiye'nin demokratlaşması sadece çoğunluğun talep ve tercihlerinin siyasete hakim olmasını değil, azınlıkların da çoğunluğun altında ezilmemesini gerektiriyor. Bu toprakların ataerkil ruhunun, toplumu hiyerarşik bir skalaya oturtan mantığının da sorgulanması lazım... 'Kardeşliği' üretip içselleştirmeden ne özgürlüğün ne de eşitlik veya adaletin sağlanması mümkün. Bu ise bir yandan devleti dönüştürürken, aynı zamanda hiyerarşinin alt tarafındaki kültür ve kimliklere bakmayı ima ediyor. Ve söz konusu sorumluluğun
aslan payı da, özneleşen İslami kesime düşüyor.
Oysa örneğin kimlikler dünyasının en
küçük birimlerinden biri olan, Türkiye toplumuna tutunmak için mücadele veren Protestanların maruz kaldığı sıkıntılar genelde büyük toplum tarafından görülmüyor ve sistematik bir duyarsızlıkla karşılanıyor. Protestan
Kiliseler Derneği Hukuk ve İnanç Özgürlüğü İzleme Kurulu, kısa bir süre önce geçen yılın değerlendirmesini yayımladı ve her yıl olduğu gibi
rapor yine kamuoyuna ulaşmadı. Protestan cemaatinin en bilinen sorunu yeterince
ibadet yerlerinin olmaması ve bu taleplerinin keyfi bir biçimde engellenmesi. Aslında 2003 yılında AB'ye uyum gereği olarak
İmar Kanunu'nda 'cami' kelimesi 'ibadet yeri' olarak değiştirilmiş ve farklı
inanç cemaatleri için ibadet yeri kurma imkânı yaratılmıştı. Ancak
uygulama bu yönde olmadı. O tarihten bu yana yapılan 11 başvuru reddedilirken, sadece biri kabul edildi. Ret kararlarının ardında ise ibadet yerine ilişkin kıstasların berrak olmamasını kullanan bir memur zihniyeti bulunuyor. Mülki amirlikler görevlerinin, ibadet yeri konusunda yardımcı olmak değil, engellemek olduğunu düşünüyorlar. Bu konuyla ilintili olarak, din adamı yetiştirmek de yine yasalarca engelleniyor.
Protestan cemaatinin toplumla ilişki kurduğu alana gelindiğinde ise iki temel özgürlük ihlali ile karşılaşıyoruz. Bunlardan biri zorunlu din
dersleri... Gayrimüslim öğrencilerin inançlarını belgelemeleri halinde din derslerinden muaf olma hakları bulunsa da, bu hak yokmuş gibi davranılıyor. Dahası ders müfredatı muğlak bir misyonerlik kavramına sığınarak Protestan cemaatinin varlığını ve faaliyetlerini dolaylı olarak bir tehdit olarak sunuyor ve bu 'bilgi' okullarda öğretiliyor. Bu durum Protestan öğrencileri, bizzat kendi arkadaşları nezdinde ötekileştiriyor. İkinci konu söz konusu ötekileşmenin tüm kamusal hayata yansımasını ifade ediyor. Kimliklerdeki din hanesi Protestanlar için büyük bir sorun. Çünkü boş bırakıldığında, ister kamu ister
sivil bir muhatapla karşı karşıya olunsun, olumsuz yorumlanıyor ve ayrımcılığı davet ediyor. Öte yandan din hanesini boş bıraktığınız zaman da, örneğin din derslerinden muaf olma imkânını reddetmiş oluyorsunuz.
Bütün bunların,
darbe arayışının damgasını vurduğu bir siyasi atmosferde ve ırkçı eğilimlerin rahatlıkla kendilerini ifade edebildiği bir kültürel ortamda yaşandığını unutmamak gerekiyor. Nitekim Protestan cemaati, bu yıl da doğrudan fiziksel saldırılardan nasibini almış gözüküyor. İbadet yerlerine zarar vermeyi hedefleyen birçok eylemin yanında, suikast ihbarlarının ve planlarının da sonunun gelmediği anlaşılıyor. Rapora göre halen "en az altı Protestan kilise önderi yakın polis koruması altında" yaşıyor. En az altı kilisede de ibadet sırasında dışarıdaki güvenlik polis tarafından sağlanmakta.
AKP iktidarı ise farklı bir anlayış yaratabilmiş değil. Protestan Kiliseler Derneği'nin Protestan toplumunun alanına giren konularda muhatap alınmasına ilişkin dilekçe aylardır İçişleri Bakanlığı'nda bekliyor ve bir
cevap bile verilmiyor...
Bu tablo her fırsatta
Osmanlı toplumsal hayatına ve
yönetim anlayışına gönderme yapan muhafazakâr kesimler için bir utanç vesilesi olmalı. Çünkü kaybedilen sadece alışkanlıklar ve tutumlar değil, doğrudan paylaşma ve birliktelik duygusunun kendisidir. Türkiye'nin muhafazakârları Abdülhamit'le başlayan İslam'ın milliyetçileşmesini, daha sonraları milliyetçiliğin İslamileştirilmesi olarak yaşadılar ve kanıksadılar. Bugün Osmanlı dünyasının algısı ve anlayışı sadece bir retorik malzemesi, çünkü düşünsel ufkumuzu belirleyen kültürün parçası değil. Anlaşılan muhafazakârlık milliyetçilikten kurtulmadıkça bu toprakların kültürü bir nostaljiden öteye gidemeyecek.