Geçen 6 Aralık'ta savcıların "acele edin" diyen bir ihbar üzerine
Gölcük Donanma Komutanlığı'nda yaptıkları aramada elde ettikleri belgelerin 2003'te Birinci
Ordu Komutanlığı tarafından hazırlanan "
Balyoz Harekat Planı" ile ilgili olarak ortaya koyduğu birçok gerçek var.
Bunlardan biri, dünkü Zaman'ın manşetine yansıdığı gibi, "Balyoz"un (zaten olmayan) "inkar edilecek halinin kalmaması"nı ilanı ise, bir başkası da sadece demokratik yoldan seçilmiş hükümete karşı değil, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı
darbe girişimi niteliğini de taşıyor olması. Plan'da Deniz Kuvvetleri'nde uygulanmasını engelleyebilecek komutanların (16 amiralin) tutuklanması öngörülmekle kalmıyor, tutuklamayı yapacak
personel dahi belirlenmiş.
Gerek "Balyoz", gerekse "
Ergenekon" darbe girişimlerinin başarısızlığa uğrayıp
soruşturma ve
dava konusu olmalarında, TSK'ya (yani yüksek komuta kademesine ya da
Genelkurmay'a) karşı da darbe niteliğini taşımalarının payı gözardı edilemez. Bu vesile ile belki şu gerçeğin bir kez daha hatırlanmasında yarar var: Çok-partili düzene geçişten bu yana başarılı olan yegane askeri cunta (yani farklı rütbelerdeki subaylardan oluşan çete) girişimi, 27
Mayıs 1960'ta gerçekleşen darbe. Milli Birlik Komitesi adını alan cuntanın (uzun süre iktidarda kalınmasını savunan) Alpaslan Türkeş liderliğindeki "cuntaya karşı cunta" grubu ("14'ler") 13
Kasım 1960'ta
tasfiye edildi.
Albay Talat Aydemir'in önce 22
Şubat 1962'de, affedilince 20 Mayıs 1963'teki darbe girişimleri bastırıldı; Aydemir ve
Binbaşı Fethi Gürcan idam edildi.
9
Mart 1971'de iktidara el koymayı tezgâhlayan, bu defa askerler yanında sivillerden de oluşan cuntanın girişimi,
Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve
Hava Kuvvetleri Komutanı
Muhsin Batur'un son anda saf değiştirmesi sonucunda akim kaldı. Genelkurmay duruma hakim oldu;
12 Mart 1971'de hükümeti
istifa zorunda bıraktı, ardından başta
Tümgeneral Celil Gürkan olmak üzere, cuntacı subayları ordu saflarından tasfiye etti. Ve tabii ki (Türkiye'yi 3 yıl askerî
yönetim altında bırakan) 12
Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997'de yaşanan post-
modern darbe (ya da Refahyol hükümetinin devrilmesi ve Refah Partisi'nin kapatılmasıyla sonuçlanan "süreç") ve 27
Nisan 2007'deki askerî müdahale ima eden "E-
muhtıra" cuntaların değil Genelkurmay'ın girişimleriydi; Balyoz ve Ergenekon ise (ikincisine sivillerin de dahil olduğu) cunta girişimleri.
Bir kurum olarak TSK'nın bütün bu yaşananlardan çıkarması gereken
ders oldukça açık ve net:
Asker siyasete karıştığı zaman, ordunun disiplinini, etkinliğini, toplumdaki saygınlığını koruması çok büyük güçlüklerle karşılaşmakta. Ordunun siyaset yüzünden kendi içinde bölünüp, kendi içinde kavgaya tutuşmasının
ülkeyi sürükleyebileceği badireleri ise düşünmek dahi istemeyiz. O halde TSK disiplinini, etkinliğini, saygınlığını korumak için mutlaka ve mutlaka siyasetin dışında kalmalı. Giderek zenginleşen, özgürleşen ve uluslararası toplumda saygınlığı artan Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu, bu sayede saygınlığı ve etkinliği artacak olan ordu da, ancak siyasete karışmayan ordu olabilir. TSK'nın kendisi, bir an önce mensuplarına demokratik ilkelere bağlılık eğitimi vermeye başlamalı.
Gölcük Donanma Komutanlığı'nda bulunan belgelerin herkese hatırlattığı başka bir husus da, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin bütün cunta girişimlerine, darbe ve
kapatma tehditlerine; bunları adeta
teşvik eden, bürokratik
vesayet yanlısı bir ana muhalefet partisine ve vesayetçi medyaya rağmen Türkiye'yi bugün geldiği noktaya, yani düne nazaran daha demokratik, daha zengin ve daha saygın bir ülke konumuna getirebilmiş olması. Bu başarı, muhakkak ki, ne yapmak istediğini bilen istikrarlı bir tek-parti hükümetine sahip olunması yanında genelde dirayetle yürütülen bir siyasi mücadelenin sonucu.
NOT: Değerli okurlarım, önümüzdeki hafta yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağım. 1 Şubat'ta yeniden buluşmak umuduyla saygılar sunarım.