Lübnan hassas dengeler üstüne oturmuş şahsına münhasır bir
ülke. Dünyada örneğine az rastlanan demokratik denebilecek bir rejim ile yönetiliyor. Bir yanda
seçim yapılıyor, diğer yandan dinsel aidiyet üstünden hükümet kuruluyor.
128 sandalyeli meclisinde 18 dini gruba ve 26
bölgeye ayrılmış kotalar mevcut. Hıristiyan-
Müslüman dengesi de 1990’dan bu yana yarıya yarıya. Lübnan’da
cumhurbaşkanı, başbakan ve meclis başkanı farklı dinsel ve aslında etnik kimlikten gelmek zorunda.
Bu da Lübnan’da bütünleşmeyi değil bölünmeyi öne çıkartan, kurumsallaştığı için de değiştilemeyen bir yapı. Lübnanlı olmak büyük ölçüde üstünde Çınar yaprağı olan bir pasaporta sahip olmak demek. Aidiyet anlamında bağlayıcı ve kuşatıcı bir ‘Lübnanlı’ üst kimliğinin yaratıldığını söylemek zor.
***
Bu da yetmezmiş gibi yıllardır dış müdahalelerden bunalmış bir ülke Lübnan. Birinci Dünya
Savaşı öncesinde, yani imparatorluk
Türkiye’sinin parçasıyken,
Fransa etki ve müdahalesinden mağdurdu. Zaten 1918’den 1943’e kadar da
Fransız sömürgesi olarak kaldı. II. Dünya Savaşı sırasında
Alman,
İngiliz ve muhtelif Fransız rekabetinden çekti.
1943’de
Almanya korkusu sayesinde ‘
erken’ elde edilen
bağımsızlık da Lübnan’a istikrar getirmedi. 1948’de
İsrail’in kuruluşu sırasında çıkan savaştan başlayarak
Filistin sorunundan köklü bir şekilde etkilendi. Yüzbinlerce mülteciye ev sahipliği yaptı. Mültecileriyle de bol bol sorunlar yaşadı ve
itiraf edelim ki onlara da pek iyi davranmadı.
Bir ara kendisine ‘Doğu’nun Paris’i’, ‘Ortadoğu’nun İsviçresi’ gibi oryantalist lakaplar takılmış olsa da ‘o’ her zaman sorunluydu, her zaman birinin müdahalesine açıktı.
Amerika bile zamanında Lübnan’a asker çıkarttı. 1978 ve 1982’de İsrail işgal etti, 8 yıl güney Lübnan’ı
tampon bölge diye tuttu. Ülke neredeyse 29 yıl
Suriye ordusunun kontrolü altında yaşadı. Merkezi otoritenin söz geçiremediği gruplar yüzünden de bol bol acılar çekti.
Yıllar boyunca on binlerce insan burnumuzun dibindeki bir ülkede istikrarsızlık ve dış güçlerin istikrarsızlığı kendi çıkarlarına kullanma gayreti yüzünden hayatından oldu. Bugün bile savaşların izlerinin Lübnan sokaklarından, özellikle de başkent Beyrut’tan silindiğini söylemek imkansız.
Kurşun delikleri,
bomba çukurları hala ortada. Şimdi ise Lübnan bir başka
krizle karşı karşıya.
Krizin görünürdeki nedeni
Başbakan Saad
Hariri’nin babası Refik Hariri’nin öldürülmesine ilişkin Lahey’de kurulan özel mahkemenin hükümet ortağı
Hizbullah’ı suçlayacağının anlaşılması. Bunun bir
Amerikan komplosu olduğunu söyleyen Hizbullah’ın da geçtiğimiz 2009 Kasım’ında beş aylık bir çabanın ardından zar zor kurulan hükümetten çekilmesi.
Evet, ülke hükümetsizliğe alışkın, fakat sorunun krize dönüşmesi an meselesi. Lübnan’ı tanıyanlar bütün dengelerin bir anda nasıl altüst olabileceğini de çok iyi bilirler. Beyrut’un o canım
deniz kıyısı bir gecede savaş alanına dönebilir. Gelen haberler okulların şimdiden
tatil edildiğini, halkın kendini savaşa hazırladığını gösteriyor.
Bu yüzden Lübnan’a
yardım gerekiyor. Birileri ülkenin istikrarına katkıda bulunmazsa yine sokaklarda bombalar patlayacak, yine savaş çıkacak. Ancak Lübnan’ın çok da fazla dostu yok. Uzak ve yakın komşuları ondan hep bir şeyler elde etme, istikrarsızlığını kendi çıkarları için kullanma derdinde.
***
Zaten ufukta görünen kriz de Lübnan üstünden
siyaset yapmak isteyenlere müthiş fırsatlar sağlayabilecek nitelikte. İsrail için de, Suriye ve
İran için de tam bir
nimet. İran, Hizbullah üstünden İsrail’i zorlayabilir. İsrail silahlanmasından şikayetçi olduğu Hizbullah’ı bu vesile ile cezalandırabilir.
Suriye, Hariri suikasti yüzünden çekilmek zorunda kaldığı Lübnan’a en azından siyasi anlamda geri dönebilir. Amerika dahi böylesi bir kriz ve çıkabilecek olası bir iç ya da dış savaştan karlı çıkabilir. Zaten yaptığı açıklamalar da hiç iç açıcı sayılmaz.
Kısacası Lübnan’ın istikrarı aslında pek kimsenin işine yarayacak bir nimet değil.
Katar için bile Lübnan ahlaki sorumluluk ötesinde fazla anlam ifade etmiyor. İstikrardan yarar sağlayacak neredeyse tek ülke Türkiye.
O da zaten tüm ağırlığı ile devrede. Başbakan Erdoğan, özellikle de
Dışişleri Bakanı Davutoğlu mesaisinin önemli miktarını bu amaç için harcıyor. Yine de başarılı olamama olasılıkları var. Ama hiç olmazsa denemiş ve yapamamış olacaklar. Eskiden olduğu gibi Türkiye kenara çekilip
seyirci kalmış olmayacak.