Kendilerini hararetli
yaşam tarzı tartışmalarına kaptıranlar bu ülkede
iktidarı, parayı, şöhreti, keyif almayı ve irili ufaklı her şeyin
tayin edicisi olmayı kendilerine ait paylaşılmaz bir imtiyaz olarak görenlerin varlığını unutmasınlar.
Mahalle
baskısı,
içki,
heykel,
futbol, basketbol... Kampanyaların ambalajını açın, altından sınır tanımaz iktidar arzusu, bitmek tükenmek bilmeyen bir egemenlik tutkusu çıkar. Bir endişeleri var ama bu giderek azalan iktidar payları ve o payın hayat boyu mücadele ettikleri “millet”in eline geçmesidir.
İçki tartışması sahtedir...
Türkiye’de
içki yasağı yoktur, olmayacaktır. Son düzenlemede de
yasak yoktur. Hatta, getirilen düzenlemeler hala dünya uygulamalarının gerisindedir.
Heykel tartışması ise anlamsızdır... Bu hükümet döneminde sanat eserleri tarihte görülmemiş bir
destek bulmuş, başta
İstanbul olmak üzere birçok şehir dünyayla yarışacak konser, sergi,
festival merkezlerine dönüşmüştür.
Sanatın baskı altında olduğunu söyleyen oyuncular, ressamlar, heykeltıraşlar kariyerleri boyunca görmedikleri kadar parayı bu dönemde kazanmışlardır. Sanat ilk kez bu kadar değer buldu, para etti. Sadece İstanbul 2010
Avrupa Kültür Başkenti çerçevesinde binlerce etkinlik gerçekleştirildi. Son dönemde tam 5 bin tarihi eser
restore edildi. Heykelin tartışıldığı Kars’taki
Ermeni kilisesi de yine bu dönemde onarılıp, ibadete açıldı. Böyle bir kültür yatırımı cumhuriyet tarihinde yoktur.
Yaşam tarzı tartışması, eskimiş bir
kampanyadır...
Ama gerçek olan ve Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bir büyük problem ve problemli bir
zihin yapısı vardır. O zihniyet Cumartesi gecesi Türk
Telekom Arena Stadı’nda Baş
bakan’ı
protesto ederek kendisini göstermiştir. Dünya
Basketbol Şampiyonası’nda hem
Başbakan’ı hem de Cumhurbaşkanı’nı; aslında kendilerine benzemeyen herkesi protesto ederken de gösteriyordu.
Akşam o konserlerde, maçlarda gönüllerince eğlenip sabah
masa başına geçerek Türkiye’nin kavuştuğu
ekonomik istikrarı bir tuşa dokunup paraya çevirenlerdir. Tuzu kuru, bencil, şımarık, saygısız bir güruh...
Yaşam tarzlarına
itiraz edildiğini iddia edenler; pervasız bir şekilde kendilerine benzemeyenlerin, Tayyip Erdoğan’ın, AK Parti’nin, dindarın, muhafazakarın bizatihi yaşam hakkına itiraz ediyorlar.
Bu ülkeye Dünya Şampiyonası getirtmiş,
TT Arena gibi benzersiz bir tesisi kazandırmış Başbakanı protesto ederek aslında; bırakın yaşam tarzını, onun varlığına itirazı olduğunu ilan ediyor. Bu çaresiz protestoların anlamı, Erdoğan ve arkadaşlarına ontolojik itirazdan başka bir şey değildir.
Dünya starı U2 Grubu’nu İstanbul’a ilk kez getiren bakana çekilen yuhlarda da aynı çaresiz yok etme duygusu vardır. Evet, aslında yok etmek istiyor ama elinden ancak yuh ve ıslık geliyor. Şımarık ama umutsuz bir holiganizm, hepsi bu.
İktidarı ele geçirmek için kendi sınıflarından birini, bir
Danıştay üyesini katledecek kadar gözlerini karartan odakların peşinden mitinglere koşan anlayıştan söz ediyoruz... Başka söze gerek var mı?
Kendi yaşam tarzlarının tanınmadığını iddia edenler bırakın başkalarının yaşam tarzına tahammülü, yaşam hakkını tanımıyorlar. “Başka”sının maç seyretmesine, konser izlemesine, yemek yemesine karşılar. Çünkü onlar, başbakan, bakan,
işadamı,
sanatçı, gazeteci, sıradan vatandaş değil, düşmandır.
İrtica tehlikesi,
sivil diktatörlük,
mahalle baskısı, içki, heykel, sanat, din, iman... Tartıştırdıkları her şeyin altında kendilerinden menkul imtiyazın o bitmek tükenmek bilmeyen sahiplenme duygusu vardır. Kendi hayatları dışında kimsenin hayatları umurlarında olmadığı gibi, kültür ve sanat sadece kendilerine
hizmet ettiği müddetçe anlamlıdır.
Yaşadıkları topluma yabancıdırlar. O kadar yabancıdırlar ki zaten muhafazakar olan toplumu anlamak için “Muhafazakarlaşıyor muyuz?” gibi sorular sorabilmektedirler. Toplumu, yalnızca kendisi gibi insanlardan ibaret zanneden zihniyetin her defasında yeniden başlattığı, yıpranmış kampanyalara bakıp bunu bir Türkiye gerçeği zannetmeyelim.