Mütedeyyin kesimin bazı kanaat önderleri, kendi camialarındaki “maddiyatçılaşma”yı eleştiriyor son yıllarda.
Eskiden daha mazbut ve mütevazi hayatlar süren, hatta bazıları “
İslam davası”nın ateşli birer neferi olan
dindarların, şimdilerde lüks hayat derdine düştüğünden yakınıyorlar. Milli Gazete’nin kadim yazarı Mehmet Şevket Eygi’nin özlü ifadesi, meseleyi özetliyor: “Eski mücahitler şimdi müteahhit oldu!”
Kemalistler bu realiteyi uzun süre kavramadılar ve bu yüzden de “irticai
sermaye” kabusları gördüler. “Sermaye”nin “irtica” dedikleri olgu üzerindeki dönüştürücü etkisini anlayacak analitik bakıştan yoksundular çünkü. Meseleye daha objektif
bakan sosyal bilimciler ise, yaşananın aslında kendine has bir “
modernleşme” ve hatta “dünyevileşme” olduğunu gördüler. Haklıydılar.
Gelgelelim, yaşanan sürecin bir “modernleşme” ve “dünyevileşme” olması, laik kesimler için bir tür “iyi haber” olsa da, bizzat bu sürecin içindeki dindarların önüne kritik bir soru koyuyor: Yaşadıkları şey, bir değer kaybı ve yozlaşma mı?
Ve, eğer durum öyleyse, bunun gerçek
sebebi ne?
Ben, sorunun bizatihi “zenginleşme”de yattığını düşünmüyorum. Yani, “fakirken çok dindar olan insanlar, zenginleştikçe dinden uzaklaştılar” açıklamasını çok doyurucu bulmuyorum. Çünkü eğer bunu kabul edersek, dindarlığı besleyen kaynağın fakirlik olduğunu söylemiş oluruz ki, bu da pek “İslami” bir bakış olmaz. (İslam’a göre bir insan, Allah’a, Kitab’a ve
ahiret gününe iman ettiği için dindar olmalıdır; “pahalı günah”ları işleyecek maddi imkanlardan yoksun olduğu için değil.)
Dolayısıyla belki de “zenginleşme”yi bir “sapma” olarak görmekten vazgeçip, “zenginleşme sırasında yaşanan başka değişimler var mı” diye sormak gerek.
Şevket Eygi hocanın “eski mücahitlerin müteahhit olması” örneği, aslında iyi bir ipucu veriyor bize. Sözü edilen mücahitler, “gayrı-İslami düzenler”e karşı mücadele eden ve bunların yerine “şeriat rejimi” yahut “adil düzen” gibi “sistemler” savunan
aktivistler olsa gerek. Ama artık böylesi radikal siyasi hedeflerden vazgeçip, demokratik rejim ve
serbest piyasa ekonomisine dahil olmuşlar. Yani radikal bir projeleri kalmamış.
İyi ama bir
Müslümanın “radikal düzen değişikliği”nden başka derdi yok mudur bu dünyada?!
Bu tip kolektif hedefleri bir kenara bırakıp, “özgür bir toplumda dindar bir birey olarak ne yapabilirim” diye sormaya başlayamaz mı?
Kuşkusuz bu mümkün. Ve belki doğrusu da o. Ama nedense modern dönemdeki İslamcı literatür “bu çağdaki İslami devlet nasıl kurulmalı” sorusuna fazlaca kafayı taktı da, “bu çağdaki İslami birey nasıl yaşamalı” sorusuna pek ehemmiyet vermedi.
Yahut, “İslami ekonomi modeli”ne dair binlerce fikir üretildi de, “Müslüman bir işadamının ahlâk ilkeleri”ne dair neredeyse hiç bir şey yazılmadı.
Özgürlükçü bir Müslüman aydın olan Ümit
Aktaş, “Derin Düşünce” sitesinin kendisiyle yaptığı bir söyleşide bu sorunu iyi yakalayarak şöyle demiş:
“Farkında mısınız, ülkemizde ve genel olarak İslam dünyasında ahlâkla ilgili pek bir şey yazılmaz. Nedendir? Üstünde düşündünüz mü?”
Evet, temel sorun, modern Müslüman zihnin, “ahlâk” meselesine yeterince odaklanmamış olması. Bu kavramı duyunca aklımıza hep “cinsel ahlâk”ın gelmesi de, bu konudaki çoraklığın bir işareti.
Oysa Kur’an’da; “merhametli ve fedakâr olma”, “kötülüğe iyilikle
cevap verme” ya da “düşmanına bile adil davranma” gibi nice önemli ahlaki ilke vaz’ediliyor.
Ve karşımızda bunları hayata geçirerek katkıda bulunabileceğimiz nice toplumsal mesele var.