1989'da Sovyet sistemi çökünce, karşılıklı silahlanmaya dayalı dehşet dengesi ortadan kalktı, dünya yeni çatışma dönemine girdi.
"Kavimlerin, dillerin ve
halkların hapishanesi" olarak tanımlanan Sovyetlerden sonra yerel etnik, mezhebî ve dinî kimliklerde
patlama yaşanırken, liberal demokrasilerin geçerli olduğu Batı dünyası da bu patlamaların dışında kalamadı.
İrlanda,
İspanya,
Belçika ve
Fransa'da zaten öteden beri farklı etnik ve dil grupları arasında ayrışmalar, gerilimler vardı. Bunlar yeni formlar altında sürmeye devam etti.
Ayrışma ve kutuplaşmalar son ermiş değil. Liberal demokrasiler, AB kriterleri, küreselleşme ve
Amerikan barışı, çatışmaları yatıştırmaya yetmiyor. Üç ana çatışma havzası gözüküyor: a)
Aktif çatışma bölgeleri, b) Tetikleyici unsur bekleyen pasif çatışma bölgeleri, c) Potansiyel çatışma bölgeleri.
Afrika, Orta
doğu ve
Asya'da süren çatışmaları birinci kategoriye yerleştirebiliriz. Yine Afrika, Asya,
Latin Amerika,
Rusya ve
Avrupa'da çok sayıda bölgede son iki
modele uygun örnekler bulunuyor. Bir ölçüde güvenli gibi görünen Avrupa'da pasif bölgeler kısa zamanda aktif çatışmaya dönüşebilir. Dahası Avrupa'nın potansiyelleri diğerlerinden hiç aşağı kalır değil. Din ve mezhep (
İslam-Hıristiyan; Katolik-Protestan); dil ve etnik (İspanya, Belçika, Fransa);
sınıfsal (Avrupa'nın tamamı) çatışma potansiyelleri her zaman mevcut. Yabancı düşmanlığı,
İslamofobi, ırkçı partilerin yükselişi, artan hoşgörüsüzlük tetikleyici unsurları bekliyor. Artık
Almanya ve
Hollanda'da camiler, göçmen evleri,
yabancılara ait işyerleri ve dernekler ateşe verilebiliyor. İngiltere'de öğrenci harçlarına yapılan zamlardan sonra sokaklar muharebe meydanlarına dönüşebiliyor. Avrupa'nın dünyadaki adaletsiz gelir dağılımından aldığı büyük payda düşüş oldukça, içeride eskisini aratan sınıf çatışmaları potansiyel olmaktan çıkıp aktif hale gelebiliyor.
Yabancılara karşı Hollanda,
İtalya, Fransa,
Danimarka, Belçika ve İngiltere'nin
insan hakları karnesi ihlallerle dolu. Hollanda'da Müslümanlar akademik dünyada, hukuk ve eğitim sahalarında, ülkeye giriş ve çıkışlarında, gündelik hayatta ayrımcılıklara maruz kalıyorlar. Radyo ve televizyonlarda
ana dil yasağı getiriliyor. İtalya'da cami ve mescitlere yapılan fiilî saldırılarda belirgin bir artış var. Fransa'da, başörtüsü üzerinden Müslümanlar kamusal haklarından mahrum bırakılıyor. Danimarka'da Müslümanlara karşı açıkça artık tecrit politikaları savunulabiliyor, hâlâ mezarlıkları bile yok, ölülerini memleketlerine götürmek zorunda kalıyorlar. Halk Partisi lideri Pia Kjaersgaard, çekinmeden "Müslümanların Danimarka'da kanserli
tümör olup, cerrahî bir müdahale ile bünyeden atılmaları gerektiğini" söylüyor. İtalya'da daha ilginç gelişmeler var: Pordenone kentine bağlı Azizano Belediye Başkanı Enzo Bortolotti, camilerde ibadetin sadece İtalyanca olabilmesi için parlamenterlerle çalışma yürüttüklerini söylüyor vs.
NATO'nun 1990'larda İslam dünyasını tehdit alanı şeklinde tanımlaması, Amerika'nın 2001'den başlamak üzere İslam ülkelerini işgal etmenin bahanesi olarak "İslam'ı ve Müslümanları terörle özdeşleştirme"si,
İsrail ve
Yahudi lobilerinin gücü, 2008'de başlayan küresel
ekonomik kriz, AB'nin genişleme süreciyle başlayan "Avrupa kimliği ne olmalı?" tartışması, artan küresel yoksullukla Batı'ya olan göçlerin artması vs. Bütün bunlar birer sebeptir. Daha derinde sebepler var, onlar da görmezlikten gelinmemeli.
Belirtmek gerekir ki, din, mezhep ve etnik çatışmalar bakımından İslam dünyası da berbat durumda. Mısır'dan Türkiye'ye, Sudan'dan Pakistan'a, Somali'den Irak'a kadar çatışmalar sürüyor. Devletlerin ve aydınların elinde Batı'nın 'bir arada yaşama modeli'nden başka model yok.
Küresel düzeyde pozitivizmin çökmesi,
üretim yapısının değişmesi ve genel olarak insan algısının dönüşmesi sonucunda bu model her geçen gün biraz daha çatışma potansiyellerini artırıyor. Ne Batı ne Doğu bu krizin dışında değildir.