Son dönemlerin sanki en moda deyimi bizim makalenin başlığı. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli gibi muhalefet partilerinin liderlerinden,
Can Ataklı,
Mustafa Mutlu gibi düşünen gazetecilere, ordunun
komutanlarından,
Yalçın Küçük gibi bazı
yaşlı akademisyenlere varıncaya dek pek çok kişinin dilinde hep aynı nakarat.
Hiç unutmuyorum,
32. Gün Programında
emekli Tuğgeneral Ramiz
İlker de, Prof.
Mümtazer Türköne’ye karşı çemkirerek aynı sözleri tekrarlarken kendisinin nasıl da gülünç duruma düştüğünü bile göremiyordu. Ramiz Bey,
Yeşilçam filmlerinden fırlamış esas oğlan narasıyla “yıp-rat-
mayın ordumuzu leyynnnn” der gibi bir tavırdı sanki onunkisi.
Biraz mesleği gereği ama daha çok da kişiliğinden kaynaklanan bir içgüdüyle, hayatı boyunca
ölüm korkusuyla, öldürme yetisini geliştirmeye çalışmış, kışlalarda
Anadolu gençleri ile 200 kelimelik, çoğu da küfürden oluşan bir dağarcıkla konuşuyordu televizyon ekranlarında da. Aynı alışkanlıkla bir bilim adamına parmağını sallayarak, düzeysiz sözleri ile tehdit ediyor ve suçluyordu.
O zaman soru şu olmalı değil mi? Kim yıpratıyor ordumuzu? Mesela bendeniz,
Önder Aytaç’ın haddine mi orduyu yıpratmak, küçümsemek efendim!..
Ordu her şeye rağmen hala bizim gözbebeğimiz. Ama gözbebeğimiz olan kurumun da alabildiğine şeffaf,
hesap verebilir, yaptığı her türlü
eylem ve işlemden dolayı da net olması lazım değil mi?..
Can Ataklı geçen haftalarda konuğu olduğum bir televizyon programında, orduyu nasıl da küçümsüyordu; “…Ordumuzun en mahrem yerlerini arayabilen hükümet, eğer varsa bir suç unsuru neden hesap sormuyor, görevden almıyor…” derken; bellerindeki silahları, meclisteki destekçileri, her gün yenileri ortaya çıkan
darbe ve suikast planlarını görmezden gelerek, ordumuzun gücünü, etkinliğini mi küçümsüyordu acaba?
Yoksa sıkıysa hükümet yapsın mı demek istiyordu? O yalnız değil elbette.
Albay Temizöz’ü hakkındaki iddialar ve
tutuklu kaldığı süreye rağmen görevde aylarca tutanlar da ordumuzu
küçük düşürüyor ve yıpratıyorlar mı? Ne dersiniz?
Erzincan da devletin savcısına ifade vermeyi reddeden komutan da aynı şeyi yapıyor muydu acaba?
1990’lı yıllarda özellikle de
Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Fırat’ın doğusunda işlenen faili malum
cinayetler,
Afganistan-
İran güzergâhından gelip,
Türkiye üzerinden Avrupa’nın başkentlerine
ihraç edilen derin ortaklı
uyuşturucu ticareti de Devletimizi , emniyetimizi ve ordumuzu sanki çok yıpratmış mıydı?
Aynı şekilde bugün de, olanlara ‘
devlet sırrı’ diyenler de aşırı bir şekilde yıpratmaya devam ediyorlar. Bir de kim orduyu yıpratıyor biliyor musunuz? Duran
Kalkan ve onun gibi olanlar… Reşadiye baskınını üstlenerek alenen yalan söyleyip ordumuzu yıprattılar.
800 bin askerlik mevcuda ulaşan,
teknik donanımıyla
PKK üslerini BBG evlerine dönüştüren ordumuza karşı, militanları çekirdek çıtlatıp, çikolata yiyerek askerlerimizi beklemiş ve katliamdan sonra da Anadolu’nun göbeğinde buharlaşmışlar. Oysa dönemi ve PKK’yi iyi
analiz eden herkes bilir ki; sahip olamadıkları teknik donanım ve Orta Anadolu da bulamayacakları
lojistik destekle, Derin Devletin açacağı böyle bir ihaleye girme şartlarının asgarisini bile yerine getirmezler. Yani o ihaleyi almak değil, giremezler bile. Evet belki sadece üstlenme görevi ile taltif edilmişler midir acaba?
Daha kimler yıpratmıyor ki ordumuzu;
Bingöl,
Dağlıca ve
Aktütün baskınlarına mahal verenleri mi Mehmet
Baransu mu? Lav silahlarına
boru, ıslak imzalı
belgelere kâğıt parçası diyenler mi, Emre
Uslu mu? Bütün belge, bilgi ve faaliyetleri ile ortada sırıtan JİTEM’e “yok böyle bir kuruluş” diyenler mi,
Ali Bayramoğlu mu?
Karargah evleri,
darbe planları ve günlükleri mi yoksa
Yasemin Çongar mı yıpratıyor orduyu?
Yoksa tek günahı demokratik bir devlet talep etmek olan
Ahmet Altan gibiler mi? Ordumuzda bu kadar çok intiharın böyle kısa bir dönemde meydana gelmesinin, pimi çekilmiş bombalarla eğitim yapılmasının, milyarlık mal varlığı ortaya çıkan komutanların tek sorumlusu da kamuoyu zaten diyelim ve olsun bitsin bu iş...
Bunları gündeme taşıyıp, tartışan herkes de bölücü ve de ordumuzu yıpratıyorlar. Kürtlere Şırnak’ta dışkı yedirseler de,
dindar Başbakan Yardımcısına Ankara’da suikast planlasalar da bu kesimlere bir türlü yaranılmıyor zaten.
Çocuk oyunlarındaki temel mantığı hatırlayabilir misiniz acaba? İyi saklanamayan ya da köşeyi kapamayan çocuk sobelenir. Sobelenen çocuk bunun cezasını çeker, ebe olur. Bizim ordumuz da son zamanlarda sanki sürekli sobeleniyor da gereğini yap(a)mıyor mı ne? Sobe işte! sobe! sobe! Sobe!..Ama mahallenin kabadayısı bu çocuk ve hep sobelense de ebe olmuyor.
Sevgili okuyucu bakın size bir sır vereyim mi? Demokratik ülkelerde hiçbir kesim; hükümet, muhalefet ya da medya, bir ordunun v
e devletin bu kadar yıpratılmasına asla ama asla göz yum(a)maz. İzin ver(e)mez. En az iki bin kişi ordudan el çektirilir ya da
istifa eder.
Emekli Ramiz Efendinin de öyle “sizi kim kurtaracak?”şeklindeki babalanmalarına / dayılanmalarına da hiç gerek yok. Yedi düvele karşı
Kurtuluş Savaşı veren bir
halk, bütün kurumlarını çetelerden arındırmak için bir
Kurtuluş Savaşı daha verebilir. Hem merak etmeyiniz efendim
Tapu Kadastro Müdürümüz Mahmut Bey emekli oldu diye tapuda hiçbir işlem sekteye uğramadı. Hatta yeni müdür,
modern yönetim anlayışı ile hem verimliliği arttırdı, hem de rüşvetin ve yolsuzlukların önüne de geçti.
Üzülmeyin Ramiz Efendi, Prof. Mümtazer Türköne hocanın fikirleri ile vatan daha sağlıklı korunup, kollanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Paşalığın kadimliği de malumunuz olduğu üzere
Osmanlı döneminde kaldı.
Cumhuriyet döneminin emekli paşalığı; bildiğiniz emekli memurluk!.. Ne yaparsınız işte, bu da halk adına Cumhuriyet’in bir kazanımı...