Din, insanlara mutluluk verir mi? Peki ya dinden yoksun ama “eğlence”si bol bir hayat ne verir onlara?
Bu soruları irdeleyen yeni bir kitap çıktı Amerika’da. Biri Berkeley diğeri Harvard’dan iki felsefecinin (Hubert Dreyfus ve Sean Dorrance) kaleme aldığı kitabın adı “All Things Shining: Reading the Western Classics to Find Meaning in a Secular Age”. Türkçe’ye, “Işıldayan Her Şey: Din Dışı Bir Dünyada Anlam Bulmak İçin Batı Klasiklerini Okumak” diye çevirebiliriz.
Kitabın şöhretini parlatan da,
New York Times gazetesinin bu gibi kültürel meseleleri iyi yakalayan
köşe yazarı David Brooks oldu. Ben de, açıkçası, Brooks’un köşesinden öğrendim söz konusu iki düşünürü ve tezlerini.
Dreyfus ve Dorrance, bizde “karanlık çağ” diye habire kötülenen Ortaçağ’ın önemli bir artısını tespit ederek giriyor konuya. Diyorlar ki, o dönemde insanlar “Tanrı tarafından yaratılmış ve kaderi O’nun tarafından belirlenmiş varlıklar olarak hayatı tecrübe ediyordu.” Bu ise, hayata güçlü bir mânâ, tevekkül ve iyimserlik katıyordu.
Fakat
modern çağla birlikte bu
inanç zayıflamaya başladı. Tümüyle ortadan kalkmadıysa da, “herkesin benimsediği bir ön kabul olmaktan çıktı.”
Bu ise, bu iki felsefeciye göre, Batı toplumlarında “yaygın bir mutsuzluk” yarattı.
Hayatın
Allah tarafından belirlenmiş bir anlam ve amacının olmadığı fikri, bir “kararsızlık ve huzursuzluk” hali doğurdu.
Buna karşı Batılı toplumlar yeni mutluluk arayışlarına giriştiler. Evvelâ, daha önceden dinin sağladığı “mutlak hakikate bağlanma” duygusunu, mutlak doğruluk iddiasındaki totaliter ideolojilerde aradılar. Weimar Cumhuriyeti’nin süper-seküler kültüründen yükselen Nazizm, bunun en iyi örneğiydi. Haç gitmiş, yerine gamalı haç gelmişti.
Ancak böylesi “seküler din”ler, II. Dünya Savaşı sonrasında gözden düştü. Batılı seküler insan da, nihilizmden kaçışı daha spontane şeylerde bulmaya başladı: Spor müsabakaları veya
rock konserleri gibi.
Dreyfus ve Dorrance, bu gibi yoğun heyecanların, bir “alıp götürme” etkisi yarattığını anlatıyor. Yani, bir stadyumda veya konser salonunda kendilerinden geçen bireyler, bir kaç saatliğine de olsa, kendilerinden daha büyük varlığa ve amaca bağlanma hissini tadıyorlar.
Kitap, bu gibi örnekleri inceleyerek ve yenilerini önererek “anlamsız hayatlara nasıl anlam katarız” sorusuna
cevap arıyor.
Bu iki düşünüre göre daha “muhafazakâr” kaçan David Brooks ise, dinin aslında pek çok insan için hâlâ geçerli bir “kurtuluş” yolu olduğunu hatırlatmış.
Ben de, Brooks’a yakın durarak, şu kadarını söyleyeyim: Batı’da başlayan “anlam krizi” kuşkusuz bizim topluma da sıçramış durumda. Ama süreci epey geriden takip ediyoruz. O yüzden de bizdeki “seküler din” (yani Kemalizm), hâlâ epey revaçta.
Öte yandan “spontane mutluluk takviyeleri” sağlayan modern icatlar da hayatımıza girmiş halde. Ancak yeni yeni tanıştığımız bu “
oyuncak ve eğlence”lerin aslında pek bir derde deva olmadığına dair Batı’da oluşan sezgiler, bizde henüz zayıf.
Bir başka deyişle, pa
halı bir “jip” sürünce başının göğe ereceğini sanan milyonlarca adam var memlekette. Ya da o “jip”in sağ koltuğuna kurulunca mutluluğu yakalayacağını sanan bir o kadar kadın...
Oysa, mesele dönüp dolaşıp başka bir şeye geliyor:
Necip Fazıl’ın hoş ifadesiyle, “Batı adamının... bir buçuk asırdır, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen bulamadığı... Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu Batı adamında bulduğunu sandığı şey”e...
O “
mübarek oluş sırrı”na...