Bir yıl daha geçti âlemden. Geride kalan koca bir yıl, yıllar ve asırlar var.
Mevsim her daim sonbahardır dünyada. Geçen her sene, sadece seyredebileceğimiz bir
yaprak dökümü.
Evet, sadece seyredersiniz. Bazen gözyaşlarıyla, bazen sevinç ve gururla...
İnsan da gözyaşıyla tebessüm arasında gidip gelen bir sarkaç değil mi?
Zira kurulmuş devranı değiştirmeye gücünüz yetmez.
Ne gelen sorabilir geleyim mi diye ne de gidene sorulur tamam mı diye...
Kimisi için gözyaşlarıyla dolu bir tablodur bu. Kimisi içinse sevinç çığlıklarıyla dolu bir bayram.
Ve
mevsim her daim ilkbahardır dünyada.
Dalına tutunma gücü kalmayıp en naif bir rüzgârda bile kendini boşluğa bırakan yaprakların yerini, filizlenen yeni yapraklar almıyor mu?
Birilerinin kıyameti kopup hayat ışığı sönerken, başka bir yerde yeni hayatlar pırıldamıyor mu?
Birilerinin hüznü ötekinin sevinci olurken, birinin kârı diğerinin zararını resmeder.
Yıllar bu efsunlu dilemma içinde akıp gider...
Düşen yaprağın adı 2010, filizlenen 2011.
İnsan ömründen geçen yıllar, devletin ve
medeniyetin ömründen de geçer.
Yaşayan her organizma gibi devletlerin de insanlar gibi ömürleri vardır der ya İbn Haldun.
Vakit dolunca çöküş kaçınılmazdır diyor üstat.
Asırlar sonra Arnold Toynbee ve Oswald Spengler Batı medeniyetinin ömrü sadedinde İbn Haldun'u terennüm ederler.
"Batının Çöküşü" yazarı Spengler, 1918 yılında Batı medeniyetinin çökmekte olduğunu şerh eder eserine.
Toynbee ise Batı medeniyetinin son nefesini vermek üzere olduğunu kabul eder ama gönlü dayanmaz bu acıya.
Taşıdığı tüm metafizik gerilimle Tanrı'nın Avrupa'ya merhamet edeceğine inanır.
Belki bir mucize kurtaracaktır Batı'yı.
Ama medeniyet ve devletlerin sıhhati ve ömrünü "Toynbee romantizmi"ne bırakmamak gerekmektedir.
Devletler için zeval ve çöküş her ne kadar kaçınılmaz ise de, bunu geciktirmek, yani ömrü uzatmak mümkündür.
Formülü ise asırlar ötesinden (14. yy) fısıldar İbn Haldun meşhur Mukaddime'sinde: Kurumları yenilemek, temel kanunları dipten tırnağa değiştirmek.
Yani çağı yakalamak.
Tabulardan, paranoyalardan ve totemlerden kurtulmak.
Üniversal demokratik dizaynı ve
insan hakları standardını tüm yönleriyle hayata geçirebilmek.
Farklı kültürleri, kimlikleri, dinleri ve dilleri birlikte yaşatacak sihirli formül tüm saplantılarından kurtulmuş çoğulcu bir demokraside.
2010 yılı ülkemizde "demokratik tekâmül" açısından önemli bir yıldı.
Özellikle
Balyoz soruşturması sebebiyle ilk kez
darbeye teşebbüs ettiğinden bahisle sorgulanan ve yargılanan
generalleri gördük.
YAŞ toplantısında
terfi ettirilmeyen ve ardından açığa alınan generaller önemli bir gelişmeydi.
En önemlisi ise "yetmez ama
evet" mottosuyla geçen 12
Eylül Anayasa değişikliği "Yeni
Türkiye Cumhuriyeti" için önemli bir kırılmaydı.
12 Eylül kelimesi, o zamana kadar çağrıştırdığı habis manadan kurtuldu.
Şiddet içermeyen her fikre bağrını açan, paranoyalarını geride bırakma eğiliminde bir Türkiye var.
Demokratik Açılım, Cumhuriyet tarihinin en cesur kararıydı. Bu minvalde Kandil'den gelen PKK'lıların Habur'da verdiği görüntü,
açılıma ciddi bir darbe vurdu.
Yıl, BDP ve PKK'nın demokratik açılıma yaptığı sabotajlarla geçti.
Mavi
Marmara faciasında gözyaşlarına boğulduk. "One minute"in kararlı ruhu,
terör devleti İsrail'e karşı sertçe ortaya kondu.
WikiLeaks depremiyle sarsılmayan bir diplomasi var.
Artık MGK, siviller için askerlerle zorunlu bir mutabakat zemini olmaktan çıktı. Rutin bir danışma organı görüntüsüne doğru gidiyor.
Terörün askeri bir sorun olmadığı konusunda ciddi bir kamuoyu mutabakatı oluştu.
Kürt sorununda belki de en kritik viraja girildi.
2011 yılına kuşkusuz genel
seçim ve
yeni Anayasa çalışmaları mührünü vuracak.
Umarım demokrasimizin ilkbaharı bu yıl da devam eder.
Tarih elbette yine tekerrür edecek. Ama geçmişten ibret alalım ki, kötü yönleri değil güzel yönleri tekerrür etsin.
Yeni yılın tüm dünya için barış ve huzur getirmesini temenni ederim.