Yılın son gününe denk gelen bu yazıyı yazmaya koyulduğumda tek
gündem vardı: Cumhurbaşkanı Gül’ün
Diyarbakır gezisi. Gezi benim için “iki ayrı” Gül’ü bir arada izlemek açısından ilginç...
Biri, bir gece önce otoriter
ülke üslubuyla herkese gözdağı vermeye çalışan Milli
Güvenlik Kurulu bildirisine
imza atan
Abdullah Gül, diğeri Diyarbakır’da Orduevi’nde kalmayan Abdullah Gül...
Biri, gezisi sırasında kendisine askeri jetlerin eşlik ettiği Abdullah Gül, diğeri Diyarbakır Belediyesi’ni ziyaret eden Abdullah Gül...
***
İki ayrı Abdullah Gül’ü izlemenin ilginçliği dışında, özellikle medyada heyecan yaratan gezi doğrusu beni o kadar da heyecanlandırmıyor...
On yedi yıl önce rahmetli
Erdal İnönü ile Süleyman
Demirel koalisyonunun “
Kürt realitesini tanıyoruz” beyanı, ardından Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü,
Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın 2005 gezisi hafızamda taze...
Ama “
ana dil” meselesinin de ortaya koyduğu gibi hala “temel hak ve özgürlükler” açısından mefluç bir ülke olmaya devam ediyoruz...
Ne ki Abdullah Gül’ün gezisi “
Türkiye şartlarında” önemli ve olumlu... Dünya açısından baktığımda 31 yıl önce Fransa’nın Bask Bölgesinde belediyenin üzerinde iki dilde yazılı levhayı anımsayıp, kırk bin çocuğumuzu öldürüp hala o noktaya gelemediğimize lanet okuyorum...
***
Türkiye’yi kendi geçmişi ile kıyaslayınca bazı gelişmeler olumlu ama dünya ile kıyaslayınca neden yüz kızartıcı bir noktadayız?
Çünkü
toplumsal iskeletimizdeki derin çarpıklık hiçbir zaman toplumun da, devletin de, siyasetin de gündemine giremiyor...
Önceki gece Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, ulusa seslenerek, “lütfen şunu hiç unutmayalım; popülizme
prim verirsek, geçmişte olduğu gibi olmayanı harcamaya kalkarsak, ülkemizi yine karanlıklara sürükleriz” diyordu...
***
Peki, toplum olarak “harcayabileceğimiz” nedir?
Bunu ülkenin “gelirinin tüketime gitmeyen kısmı” belirler... O elimizde kalana da “tasarruf” diyoruz... Ve toplumsal
kalkınmayı esas olarak ülkenin tasarrufları finanse ediyor... Kaynak olmayınca yeterli kalkınma ve gelişme de olamıyor...
2010 yılında toplumsal tasarrufumuz bugüne kadar rastlamadığım kadar yerlerde sürünmeye başladı...
Maliye Bakanlığı’nın
ekonomik verileri, Türkiye’de 2007’de yüzde 15,5 olan tasarruf oranının 2008’de yüzde 16,8’ye yükseldiğini, ancak bu oranın 2009’da yüzde 13,1’e, 2010’da ise yüzde 12,6’ya kadar gerilediğini gösteriyor...
***
Bu tasarruf zafiyetinin hangi ölçüde bir sıkıntı ve fakirlik yarattığını
Türkiye Bankalar Birliği Başkanı ve
İş Bankası Genel Müdürü
Ersin Özince de geçenlerde
banka sektörü üzerinden vurguluyordu:
“
Bankacılık sektörünün Gayri Safi Milli Hâsıla’ya oranı örneğin Macaristan’da yüzde 136’sı kadar, Bulgaristan’da yüzde 112’si kadar,
Portekiz’de 3 katı, bizde 0,88’i kadar. Komünist olanlar dâhil bu kadar düşük bir seviye AB’de yok. Portekiz,
İspanya,
Hollanda,
Danimarka bunların hepsi bizden fazla. Sektör
küçük, kaynak yok. Sektörün büyüklüğünün ekonomiye oranına bakıyorum, yani sandalın motoru ne kadar? Taşıyabilir mi? Taşıyamaz mı?”
***
Türkiye,
yurtiçi tasarrufların Gayrisafi Yurt İçi Hâsıla’ya oranı bakımından 32 ülke arasında sondan altıncı sırada yer alıyor. Oysa büyümenin iç dinamiklerle finanse edilebilir ve sürdürülebilir olması için Türkiye’nin
sermaye birikimi yaratması gerekiyor.
Ama bu çok temel ve hayati konu hiçbir kurum ve hiçbir
yönetici için hiçbir zaman gündem olmuyor...
Hep bu temel konunun bizi raşitik halde tutan etkileri etrafında dönüp dolanıyor ve bol bol da kendimizi avutuyoruz...
Ama temel sorunu çözmeye sıvanmayınca da
Kürt sorunu da dahil hiçbir büyük sorun kalıcı biçimde çözülemiyor...