Hilaf-ı vaki beyan olmasın, aklımda kaldığı kadarıyla bir hadise anlatmak istiyorum. Yıllar önce iki üniversite öğrencisi memleketlerine (İzmir'e) gitmek için yoğun bir çaba sarf eder.
Ne var ki bayram münasebetiyle İstanbul'dan
bilet bulmak mümkün değildir. Çaresizlik içinde çözüm arayan gençlerden birinin babası meseleye vâkıf olmuştur. Oğluna
telefon açar ve der ki "falan
otobüs firmasının sahibi arkadaşımdır, ona söyledim, sizi bayrama yetiştirecek." Endişenin yerini sevinç almıştır.
Bayramı evde yaşamak için hemen Topkapı'nın yolunu tutarlar. Yazıhaneye vardıklarında
sürpriz bir
manzara ile karşılaşırlar. Yetkili şahıs, "Efendim size özel bir
araba tahsis ettik. Bununla İzmir'e gidebilirsiniz,
şoförümüz sizi orada da istediğiniz yere götürecek." der. Bunları söylerken karşısındaki gencin sevineceğini, mutlu olacağını tahmin eder. Ne gezer! "Bakan oğlu" kapıyı çarpıp çıkar, babasının ısrarlı aramalarına
cevap vermez ve bayramı evde kutlayamaz. Çünkü aradığı özel bir araba ve özel bir şoför değil; sıradan iki otobüs biletidir.
Bu gerçek hikâyenin kahramanlarından tıp fakültesinde okuyanı talebelik yıllarındaki en yakın arkadaşlarımdan biridir. Diğeri ise şu sıralar günlerdir aleyhine yayın yapılan
Mehmet Pakdemirli. Mehmet Bey'i yakından tanımıyorum; ama o hikâyenin içindeki diğer genci çok iyi biliyorum. Vakıa, onu da (Avrupa'da olduğu için) yıllardır göremiyorum, ancak onun ağzından tanıdığım bir Pakdemirli portresi var hafızamda: Çalışkan, dürüst, açık sözlü, hakperest...
Celal Bayar Üniversitesi'nde
rektör olduğunu geçen hafta yaşanan ve medyada büyük yankı uyandıran olay sayesinde öğrendim. Malum,
Devlet Bakanı Bülent Arınç, Rektör Bey'i ziyaret etmek, görevinde başarılar dilemek isteyince
küçük bir grup Arınç'ı
protesto etmek istemiş. Daha bir ay önce göreve başlamış olan Rektör gençlerin yanına gelerek, onlarla tartışmış. Belli ki çiçeği burnunda bir
yönetici olarak bir
iletişim kazası yaşamış. Bu işlerde pişmiş rektör ve dekanlar ya olayı görmezden gelir yahut olay mahalline polis gönderirdi. Öyle yapmamış Pakdemirli, kameraların karşısında protestoculara sert çıkmış...
Bu tablo eleştirilebilir mi? Şüphesiz olayın tenkide açık yanları var; ancak üzülerek görüyorum ki Pakdemirli medyatik bir
linçe tabi tutuluyor. Ve bütün bunlar yapılırken bir insanın kariyeri, geçmişteki başarıları vs. göz ardı ediliyor; hatta silinip atılıyor. Daha bir ayını bile doldurmamış bir yöneticiyi sadece bir hadiseye göre yargılamak adil bir davranış biçimi olmasa gerek. Diyelim ki öğrencilerle girdiği diyalogda yüzde yüz haksız; bu durum, bir insanın
imha edilmesine sebep olacak kadar vahşi bir cezalandırmayı gerektirir mi?
Aslında mesele sadece bir rektöre karşı medyanın yürüttüğü linç psikolojisi değil. Medyanın genel halet-i ruhiyesi bu maalesef! İşte
Fehmi Koru örneği. Bir Yeni
Şafak yazarı imalı bir laf ediyor ve bazı kişiler bunun Fehmi Bey'i işaretlediğini söylüyor. Fehmi Bey bekliyor ki
gazete yönetimi kendine sahip çıksın ve nakledilen şeyi yalanlasın. O dönem gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu, çok net bir şekilde iddianın yalan olduğunu söylüyor zaten. Her neyse. Sonunda gazete ile Koru'nun yolları ayrıldı.
Gel gör ki fırsattan istifade deyip Fehmi Bey'e yüklenenler konuştukça coşmaya, coştukça insaf ölçülerini aşmaya başladı. Koru'nun bazı kişilerce sevilmemesi gayet normal. Yazdıklarıyla canını yaktığı insanlar, moralini bozduğu kuruluşlar vardır şüphesiz. En azından bir duruşu olduğuna göre karşı duruş sergileyenleri de eksik olmayacaktır. Lakin insaf ölçülerini aşarak yılların birikimini görmezden gelmek; hatta onu linç etmeye kalkmak hiçbir vicdanın taşıyamayacağı bir yüktür, vebaldir...
Bu ülkenin her köşesine bir insan öğütme makinesi kurmuşlar adeta. Küçük bir sendelemeyi istiğrak halinde bekleşenler var sanki. "Vurun, yaşatmayın!" psikolojisinin şuur altına inmeden bu ülkenin adam yetiştirmesi de zor;
beyin göçünü engellemesi de. Keşke insanların bütün sergüzeşti hayatı sadece bir kareye sıkıştırılıp keskin yargılara varılmasa.