Cuma günü...
Mardin Artuklu Üniversitesi tarafından düzenlenen “
Demokratik Açılım ve Müşterek Paydalarımız” konulu panelde konuşmacıydım. Toplantıya özellikle gençlerin yoğun bir ilgisi vardı.
Önemli ama kalıcı ve sistemli olmayan olumlu adımlara rağmen...
2010 yılı biterken
Türkiye, temel hak ve hürriyetlerin en
doğal olanını hayata geçirememiş bir
ülke olmaya devam ediyor.
Konuşmada bunun cevabını aradım...
***
Sorunun cevabı basit...
Türkiye’de
siyaset “din, ırk ve mezhep üzerinden” yapılıyor.
Hiçbir parti, “temel hak ve özgürlükleri” hedefleyen bir stratejiden yana değil, çünkü böyle bir yaklaşımın kendilerine
seçim kazandırmayacağına katı bir inançları var.
Türkiye’de aslında
türban,
ana dil,
Kürt sorunu, Alevilerin problemlerini, kısaca tüm
mağduriyetleri ortadan kaldıracak olan “
Temel Haklar Şartı”nı
vaat eden bir parti, “din, ırk ve mezhep” yarışmasında kaç oy alır?
Bu temel zafiyet, siyasal rejimi derli toplu, sistemli ve kalıcı bir biçimde değiştirmeyi engelliyor; “din, ırk ve mezhep” yaklaşımı mağduriyetlerin tümünü ortadan kaldırmayı dışlıyor ve “düşman” yaratıyor.
Çünkü oy alma mekanizması böyle işliyor...
***
Türkiye’ye “ileri demokrasiyi” kim getirecek?
Siyaset kurumu...
Peki, bizzat siyaset kurumunun kendisi 12
Eylül rejiminin ürünü değil mi?
Siyaset kurumu kendini demokratikleştirmeden Türkiye’yi hangi kapsamda değiştirebilir ki?
Siyasi Partiler Yasası, Seçim Sistemi ve
Meclis İç Tüzüğü’nün
12 Eylül’den kaldığı ve otuz yıldır da hiçbir siyasal
iktidarın bu yapıya dokunmadığı bir ülkede, 12 Eylül rejiminin ürünü olan
siyasi partilerin o sistemi ve rejimi topyekûn değiştirmesine imkân var mı?
Hâlbuki...
12 Eylül’ün parlattığı tek parti rejimini bütün kurumları ile değiştirmek lazım.
Bu siyaset kurumu değişmedikçe bu çok zor...
Çünkü siyaset “din, ırk ve mezhep” üzerinden sürekli sinyaller vermeye devam ediyor ama en çok konuşulması gereken şey hukuk olmasına rağmen en az konuşulan hukuk oluyor.
***
Sözümü neredeyse bitiremeden...
Balyoz Darbe Planı sanıkları arasında yer alan ve Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ)
terfi ettirilmeyen, daha sonra da açığa alınan iki
general ve bir amiralin, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Daireleri Kurulu tarafından oybirliğiyle terfi ettirildiğini öğrendim.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi... Kısacası “Askeri
Danıştay”, başka herhangi bir ülkede var mı?
Yok...
Referandum öncesi Askeri yargının, hiç olmaz ise Askeri Danıştay’ın kaldırılması için bulduğumuz her ortamda davul çaldık...
Peki, siyasal iktidar neden
referanduma dâhil edip kaldırmadı?
Bunun vicdanlı bir cevabı var mı?
Değişime ilke üzerinden bakmayıp, siyasal çıkar açısından bakınca ortaya böyle manzaralar çıkıyor...
***
Panelin sonunda orta yaşın üzerinde sevecen bir hanım yanıma geldi.
Beni bir kenara çekerek, ağlamaya başladı...
Oğlu
Erdal Can’ı
Kızıltepe’de vurmuşlardı.
Erdal Can,
Marmara Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı bölümü mezunuydu ve Kızıltepe
Anadolu Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Bu acılı kadın oğlunun failinin bulunmasını istiyordu...
Çok kötü oldum...
***
“
Cumartesi Anneleri”nin Galatasaray’daki oturma eylemlerinin dün 300’üncü haftasıydı...
Anneler, babalar, kardeşler, torunlar gözaltına alınıp kaybedilen sevdiklerinin akıbetini soruyor.
27 Eylül 2009’da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel, bir gazeteye “devlet, ‘devlet politikası olarak’ adam öldürür”;
Koramiral Atilla Kıyat da 2
Ağustos 2010’da bir televizyon programında, “failli meçhuller, gözaltında kayıplar bir devlet politikasıydı” demişti.
Buna rağmen birkaç
soruşturma ve
dava dışında,
faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, işkencelerin failleri yargı önüne bir bütün olarak henüz getirilemedi.
***
12 Eylül rejimini tümden değiştirecek ve mağdur yaratmayan bir devlet ile birbirine yan gözle bakmayacak bir toplumun temelini ilkeli, sistemli, kalıcı olarak atacak ve siyasetinin odağına “hukuksal değişimi” oturtacak bir değişimci siyasal irade aranıyor...
Bilmem, bu isteğim iktidar sözcülerinin gözünde “suikast” sayılır mı?