Panter, yarım yamalak daldığı sıcak yaz ikindisi uykusunu ikiye bölen ani bir refleksle yattığı uzun sarı ot yığınının arasından başını kaldırdı. Kulağının birini dikip rüzgâr istikametine çevirdi; sonra zali derecesinde güzel gözleriyle dürbînî bakışlarını duyduğu ses istikametinde yoğunlaştırdı.
Evet, av kokusu geliyordu; iki günden beri karnı zil çalan vahşi
hayvan, nefes almaktan korkarcasına yerinde yay gibi gerildi. Kendisinden 500 metre kadar uzakta şirin, minik, çok ama çok sevimli bir
ceylan yavrusu, su kenarında fışkırmış taze ot filizlerini yiyerek karnını doyuruyordu.
Bir
pamuk yığına basarmış gibi ses çıkarmayan hızlı ve çevik adımlarla avına doğru yöneldi panter. Yavru ceylandan on, onbeş metre uzakta karnını doyuran annesi, teyzeleri, ablaları, abileri ve sair akrabaları kendilerine doğru
şimşek hızıyla yaklaşan iri yırtıcıyı fark edip elektrik çarpmış gibi titrediler ve hemen aksi istikamette kaçmaya başladılar. Yavru ceylan ise zalim avcıyı fark ettiğinde çok geçti. Elli metreyi bile bulmayan insafsız ve haksız bir
kovalamaca, panterin
zafer pençesiyle noktalandı.
Panter, yavru ceylanı yedi. Zavallı yavrunun semiz budunu yalayıp yutarken bakışlarındaki sertlik yumuşamıştı.
Sanayi çarşısındaki esnaf kebapçısında
kuzu pirzola yiyen bir tornacı kalfası gibi ağır ağır ama zevkle yiyordu öğününü.
Az ilerde birkaç aç çakal, panterin yemeye tenezzül etmeyip oracıkta bırakacağı
deri ve kanlı
kemik parçalarına konmak için sabırsız bir bekleyiş içindeydiler. Biraz daha ilerde ise sırtlanlardan birinin vadesiyle ölmesini bekleyen birkaç
akbaba feylesofâne bir edâ içinde kibirle duruyorlardı.
Yeter yahu yeter! Yazarken bile tıkanma geldi neredeyse bana. Eminim ki pek çoğunuz da duygularımı paylaşıyor ve içinizden "Ah keşke güzel ceylan yavrusu kurtulabilseydi!" diye geçiriyorsunuz fakat öyle olmuyor; aç bir panter, doğru dürüst kaçamayacak kadar sarsak adımlı kısa bacaklı bir ceylana rastladığında netice üç aşağı beş yukarı belli oluyor. Panter ceylanı yiyor veya
Barcelona,
Real Madrid'e beş çekiyor.
Problem şurada; bazılarımız panter arkada ceylan birkaç adım önünde ölümcül bir yarışa tutuşmuşken nedense ceylanın tarafını tutuyoruz; hani o esnada bir şimşek çakıp da, ceylanı pençelemek üzere harekete geçen panteri, iskeletine kadar kızartıp kömüre çevirse hep bir ağızdan derin bir "Oh!" çekeceğiz. Peki, niçin ceylanı tutuyoruz da panteri düşman gibi görüyoruz?
Mesele güzellikse panter de ceylan kadar güzel; zarafetse zarafet, câzibe ise câzibe,
estetikse estetik birader. Niçin panter değil de ceylandan yana çarpıyor kalbimiz?
Bir dakika, bir dakika! Bazılarımız ceylanlardan yana ama bir kısmımız var ki, onlar panterin ceylanı çıtır çıtır yemesini kemâl-i zevk ve iştihâ ile seyrediyor, belki bu esnada karınlarının acıktığını hissedip mutfağa girerek ekmek arasına biraz
peynir yatırıp tekrar dönüyorlar televizyon başına.
Adamların en büyük zevki hayvan belgeseli seyretmek:
Örümcek, ağlarıyla sarıp sarmaladığı sineği nasıl sindiriyor; koca ayılar, Alaska'nın serin nehirlerinde somon balığı yakalayıp nasıl daha havadayken yarısını götürüyor; tropikal kuşlar, kumsala bırakılmış
kaplumbağa yumurtalarını eşeleyerek nasıl kavrulmuş taze
leblebi gibi çıtır çıtır çitleyip protein kürü yapıyor... Bu gibi şeyleri seyrediyorlar işte.
-Ayıp değil mi, o caanım ceylana hiç acımadın mı; nasıl oluyor da zevkle böyle zalim sahneleri seyredebiliyorsun, diye sorduğumuzda ise, "Ne olmuş yani; sen karnını doyururken yediğin köfteye acıyor musun sanki be adam?" diye üste çıkmaya kalkışıyorlar.
Benim asıl kızdığım nokta, böyle adamlara verecek
cevap bulmakta zorluk çekiyor olmamdır!
Bu işin şakası yok; televizyon
seyirciliğinde yeni bir çığır açıldı: Hayvan belgeselleri gösteren kanallar, günün her saatinde seyirci buluyorlar ve bu yeni seyirci takımı, hayvan belgesellerini öyle bir dikkat ve ilgiyle seyrediyorlar ki, yakın gelecekte ormanlarda vahşi hayat ve hayvan biyomorfolojisi konusunda bir aydınlanma inkılabı geçireceğimize muhakkak nazarıyla bakıyorum. Bu uzmanlaşmış seyirci topluluğunda gözlemlediğim en ilginç davranışlarından biri ise, yukarda tasvir etmeye çalıştığım, "Vahşi hayattır bu, olur böyle şeyler" diye hayvanın hayvana ettiği zulüm ve eziyetlere hoşgörüyle yaklaşan genel tutumdur.
Hele bir arkadaşım var; bir arslanın bir maymunu yediği belgeseli öyle bir keyifle anlatıyordu ki tüylerim ürperdi, söyleyecek söz bulamadım, sustum.
Ben nâm-ı hesabıma hayvan belgeseli filan seyretmiyorum fakat nedense misafirlerim, arkadaşlarım ve komşularımın neredeyse tamamı hayvan belgesellerine bayılıyorlar. Böylece istemeye istemeye nezaket dayağı yiyor, onlar timsahların, yılanların, kertenkelelerin, örümceklerin ve kurbağaların hikmet dolu hayat hikâyelerine dalıp gitmişken, ben duvarları seyrediyorum.
Kabul ediyorum, en zalim ve en merhametsiz canlı türü insandır; hayvanların birbirini öldürüp yemesi "tabii"dir; kanundur, böyle gelmiş böyle gidecektir, biliyorum ama yine de içim kaldırmıyor.
Belgesele sonuna kadar
evet; bakınız arkadaşlar, TRT'miz bile çok güzel bir belgesel kanalı yayına soktu; yıllardan beri arşivlerde bekleyen birbirinden güzel belgesel filmler bizleri bekliyor. Sadece TRT değil, şu anda beş altı tane özel TV kanalı sadece belgesel konusunda uzmanlaşmış durumda.
Bunların içinde Digiturk'ün History
Kanal ve
National Geographic kanallarını ayrı tutuyor; bu kanallarda son derece çiğ, açık ve kaba bir Darwinizm ve
Amerikan propagandasına imkân tanıdıkları için Digiturk'ü kınıyorum. Geçenlerde rastladığım bir programda Amerikalı sniper'lerin (uzaktan tek atışla insan öldüren kalleş nişancılar) medhi vardı meselâ ve bu belgeselde bu adamlar, zevkten kaykılmış gözlerle nasıl Afgan veya Arap vurduklarını anlatıp duruyorlardı.
Digiturk'ü bu vesile ile belgesel programlarında Hıristiyanlık, Darwinizm, ABD militarizmi, fal, burç vesaire türünden goygoyculuk yapmamaya davet ediyorum. Para ödeyerek seyrettiğimiz kanallarda müşterilerine hayat tarzı dayatmaya kalkışmak hiçbir yayın kuruluşunun haddi olmamalıdır.
Lâfımı geri alıyorum: Hayvan belgeselleri bile bunlardan daha iyi yahu!