Ekim ayında bu köşede Çin'in "ikinci nesil" yayılmasını tartışmıştık. Çin, dünya ile "
ekonomik entegrasyonuna" 1978 yılında başladı.
Yakın zamana kadar Çin, kendisini birçok sanayi malını düşük maliyetle üreterek dünyaya satan bir
üretim merkezi olarak konumlandırıyordu. Buna "birinci nesil" yayılma diyebiliriz. Bu dönemde Çin her şeyden önce uluslararası ticaretin nasıl yapıldığını öğrendi. Yabancı
pazarlarda dağıtım kanallarını kurdu. Büyük pazara sahip ve çok tüketen ABD ile
Avrupa pazarlarına ve buna paralel olarak
Afrika dahil hızlı büyüyen ancak düşük gelirli
ülke pazarlarına yerleşti.
Kabaca 2009 yılından itibaren Çin'in "ikinci yayılma sürecine" girdiğini söyleyebiliriz. Bu dönemde Çin, Brezilya'dan Afrika'ya değişik kıtalarda "tedarik" zincirini güçlü ve güvenli hale getirmeye çalışıyor. Üretimin kesintisiz devam etmesi için kritik öneme sahip bu alanda özellikle enerji ve meta girdilerini güvenceye almaya çalışıyor. Ayrıca diğer ekonomilerle olan ilişkilerini sahip olduğu devasa
sermaye kaynağını da kullanarak yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Çin devlet başkanının bu sene
Yunanistan'ı ziyaretinde tahvillerini satın alarak Yunan ekonomisine
destek vereceğini açıklamasından kısa süre sonra bu kez Avrupa ekonomisine de aynı şekilde hükümran tahvilleri satın alarak destek olacağını açıklaması bir tesadüf değil.
Çin bunları, artan verimliliği ve sermaye gücüne paralel olarak en büyük oyuncusu olduğu dünya ticaretinin sekteye uğramaması için yapıyor. Yakın gelecekte Çin'in bu yarı-siyasi rolünün daha da güçlendiğini göreceğiz. Mevcut
trendlere bakılırsa fazla değil 10 yıl içinde Çin'in rezervleri 6 trilyon doları aşacak. Bütçe dengesinin gücü de göz önüne alındığında, rezervleri de dahil olmak üzere ekonomik gücü Çin'i yavaş yavaş zorunlu olarak bir siyasi güç haline getirecek.
Çin'de hızlı ekonomik yükselişin sonuçları tartışılıyor. Basına yansıyan haberlere göre; yakın zamanda önceki büyük güçlerin yükselme evrelerindeki uluslararası süreç tartışılmış. Amacın, "barışçı yükselişin" nasıl olabileceği çerçevesinde şekillendiği anlaşılıyor. Çalışmada özellikle Prusya-
Almanya üzerinde durulmuş. Yani başarısız ve "barışçı olmayan yükseliş" tecrübesi incelenmiş. Kısacası Çin, tesadüfi büyümüyor. Planlıyor.
Teknolojik Gelişim
Tesadüfi olmayan bu gelişmenin önemli bir yönü teknolojik
gelişim. Halk arasında düşünüldüğünün aksine Çin sadece
ucuz oyuncak üreten bir ülke değil; "Teknolojinin içselleştirilmesi" "ticarileştirilmesi" konularının üzerinde duran bir stratejisi var.
Japonya'nın 1950-60'lardaki stratejisine benziyor bu yaklaşım. Financial
Times yazarı John Gapper bu süreci Çin'in kendisini dünyanın sanayi tesisleri olmaktan ileri bir ekonomiye dönüştürmek için diğer ülkelerin fikri haklarını "hazmetmek" olarak tanımlıyor ve bir resmi raporda yapılan teknolojinin "emilmesi, asimile edilmesi ve geliştirilmesi" yolundaki çağrının altını çiziyor.
Nitekim, Çin bazı alanlarda zaten dünyada oldukça ileri konuma geldi bile. Bunların başında ulaştırma,
haberleşme ve
tüketici elektroniği geliyor. Örneğin, dünyada çok az ülkenin elinde olan hızlı tren teknolojisinde Çin'in Avrupa'dan daha ileride olup olmadığı rahatlıkla tartışılabilir. Çin haberleşme firmaları bu köşede daha önce değinildiği üzere Avrupa ülkelerinde büyüyen bir pazar payına sahipler. İçinde oldukları pazar da ekipmanlardan 3G altyapısı kurmaya kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Dolayısıyla Çin, ucuz üretim üssü olarak devam ederken bir taraftan da bir teknolojik sıçramanın altyapısını hızla oluşturuyor. Bu sıçramada
Japonya'nın hızlı
büyüme döneminde (1953-73) olduğu gibi özel sektörün yanında yer alıyor ve aralarında karmaşık bir ilişki var. Çin'in en büyük şirketlerinin çoğu da zaten kamuya ait.
Siyasî Yayılım
Çin, ekonomik gücüne paralel olarak siyasi açıdan da güçleniyor. Bu sürecin gelişimi ve sonunun sadece ABD'yi değil tüm dünya ülkelerini etkileyeceği malum.
Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor.
Altının çizilmesi gereken bir husus Çin'in siyasi yükseliş sürecinin "zoraki" olduğu kadar Batı'nın aksine "değer temelli" olmaması. Batı'nın siyasi yükselişinin ne derece "değerler" temelli olduğu tabii ki büyük bir
tartışma. Ancak değerlerin Batı'nın siyasi yükselişine en azından söylem olarak eşlik ettiği kesin.
Örneğin,
İngiltere, Çin'e karşı açtığı 'afyon savaşları'nı "Çin'in serbest ticarete aykırı" hareket etmesine dayandırmıştı. Hatırlayalım, 19. yüzyılda Çin'e karşı verdiği ticaret açığını ortadan kaldırabilmek için İngiltere, Çin'e
Güney Asya kolonilerinde üretilen afyonu satmak istemişti. Çin imparatoru tabii olarak ülkesine uyuşturucu ithalatını yasaklayınca İngiltere, Çin'i önce tehdit etmiş, sonradan adı "afyon savaşları" konulan savaşı başlatmış ve sonuçta kaybeden Çin, uyuşturucu ithalatını serbest bırakmak zorunda kalmıştı.
Çin'in siyasi yükselişi zoraki olduğu kadar da pragmatik; yani değer temelli değil. Çin, Batı kolonizasyonunun aksine dünyaya "
medeniyet öğretmek" flamasıyla yükselmiyor. Çin dünyaya mal satmak istiyor. Kendi içindeki sosyal ve ekonomik transformasyonu gerçekleştirmek için daha uzun yıllar ihracata ihtiyacı var.
İhracat dışında bu çıkışın tüm diğer yönlerini düşük profilli tutmak istiyor. Demir yumruğunu, Tiananmen Meydanı'nda,
Doğu Türkistan ve Tibet'te ve gerektiğinde
Nobel ödülünün
protesto edilmesine kadar ancak "gerektiğinde" gösteriyor.
Çin'in gelişmesi karşısında Türkiye ne yapmalı?
En azından Çin'in gelişmesini yakından takip edelim.
Konuyu hem ekonomik, hem teknolojik hem de siyasi açıdan takip edebilecek Çin uzmanları yetiştirelim. Çince bilen insanlarımız olsun.
"Çin'in gelişiminden nasıl faydalarınırız?", 'Çin pazarına nasıl, ne zaman, hangi sektörlerde girebiliriz'in stratejilerini geliştirelim.
Çin'le hangi alanlarda nasıl
işbirliği yapabileceğimizi düşünelim.
Doğu Türkistan'da büyük
baskı altında kalan soydaşlarımızın durumunu düzeltecek stratejileri geliştirelim. Çin ile diyaloğumuzu artıralım. Dünya kamuoyu neden Tibet'i biliyor da Doğu Türkistan'ı tanımıyor, sorusuna
cevap arayalım.
Transistörü Amerikalılar
icat etti Japonlar ticarileştirdi
Japonya'yı Japonya yapan unsurlardan en önemlilerinden birisinin transistör olduğunu söylesem sizleri şaşırtırım muhtemelen. Anlatayım. Silikon bazlı transistör bugünkü tüketici elektroniğini mümkün kılan en önemli yapıtaşlarından birisi. Transistörle ilgili çalışmalar 1940'ların sonlarında ABD'de Bell laboratuvarlarına kadar gidiyor. Bugünkü manadaki silikon transistörün ilk geliştiricisi ABD'li
Texas Instruments (TI) adlı şirket. Texas Instruments ismini bu satırları okuyanların büyük çoğunluğunun duymamış olduğuna eminim. Belki 40'lı yaşların üzerindekiler TI'ın kaba
hesap makineleriyle işlem yapmış olabilir.
Oysa bugün adı
Sony olan şirketi "herkes" bilir. Bu Japon şirketinin temeli "Tokyo Tsusis Kogyo" isimli bir başka şirkete dayanır. Şirketin kurucuları
radyo tamirciliği yaparmış. Radyo denilen şey o zaman bir
kasa büyüklüğünde, içinde
halk arasında "
lamba" olarak bilinen vakumlu triyotlar bulunan kaba bir teknoloji harikasıydı. Şirketin kurucularından Masaru Ibuka, 1950'lerde ABD'ye
seyahat eder ve transistörlerle ilgili gelişmeleri duyar. Bu yeniliğin değerini anlar ve kendi sektörüne uygulamak için teknolojiyi lisanslar. Lisansa verecek parası olmadığı için de Japon
Sanayi Bakanlığı'na (MITI) başvurarak malî destek alır. Tokyo Tsusis Kogyo hızla ilk transistörlü radyosunu imal eder: TR 55. 1955'te radyoyu hem Japonya hem de ABD'de hızla pazara sunar. Sonuç başarılı değildir. Aynı yıl TR-72'yi üretir ve başarılı olur. Paralel olarak yurtdışında kolay kabul edilebilecek bir isim düşünür Tokyo Tsusis Kogyo. Sonuç "Sony" ismidir. Kıssanın hissesi şudur: Transistör konusundaki araştırmaların büyük kısmını ABD şirketleri yapmışken transistörlü radyoyu ticarileştirerek ABD ve diğer pazarlara giren Japon şirketleri olmuştur. Diğer Japon şirketleri Sony'nin izinden büyük pazarları hedeflerler ve Japonya'nın tüketici elektroniğinde uluslararası ölçekte büyümesinin temeli böyle atılır.
Kurumsal Yönetimde Şeffaflık ve Hesap Verilebilirlik
Güler Manisalı Darman'ın "Kurumsal Yönetimde Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik" adlı kitabı TÜRMOB tarafından yayımlandı. Kitabın giriş bölümünde yazar "kurumsallaşma ve kurumsal
yönetim Pandora'nın kutusu gibidir; açtığınızda karşınıza bütün iş disiplinleri çıkar." diyor. Kitapta kurumsal yönetim ve kurumsallaşma geniş bir perspektifte anlatılıyor. Güler Manisalı Darman, sahip olduğu hem akademik hem de yurtiçi ve dışı profesyonel tecrübesini uluslararası örneklerle zenginleştirerek okuyucuya sunmuş.
Vizyon sahibi şirket yöneticilerinin okuması gereken bir eser.