Panel basıp, yumurta atıp, arkadaşlarının düzenlediği etkinliği sabote eden şımarık zorbaları izlerken aklıma SBF’deki bir “öğrenci
eylemi” geldi.
Ana binadaki kütüphaneye giden koskocaman bir alanda yüzlerce öğrenci vardı. Çay
kahve içiyor ve sohbet ediyorlardı. O devasa kalabalığın arasında bir yerlerde ise,
halay çekip, slogan atıp “eylem” yapan bugünkü yumurtacılarla aynı kafadan alaturka sosyalist bir grup.
Trajik olan, öteki bütün öğrencilerin, o eylem yapan grup orada hiç yokmuş gibi davranmalarıydı. Ne başlarını çevirip bakıyorlardı, ne de başka bir tepki veriyorlardı. Sadece yok sayıyorlardı.
O eylemcilerde biraz anlayış olsaydı, aslında ne kadar büyük bir
protesto ile karşı karşıya olduklarını görüp dehşete kapılırlardı. Yok sayılmanın ne kadar büyük bir sitemi ifade ettiğini, arkadaşlarının onlara adeta görünmez varlıklar muamelesi yapmalarının ardındaki müthiş azarlamayı anlayabilirlerdi.
Neydi bu azarlamanın, bu kolektif protestonun nedeni?
Orada sayısal bakımdan
küçük bir grup, kendisini üniversitenin sahibi olarak görüyor, öteki öğrencileri yıldırıyor ve sadece kendi doğrularıyla çelişmeyecek öğrenci etkinliklerine izin veriyordu.
Sayıları azdı ama “örgütlü
azınlıklar örgütsüz çoğunluklara hükmeder” kuralı geçerliydi.
Ve içinde yer aldıkları üniversite
yönetiminin, oradan hiç eksik olmayan istihbaratçısının, askerinin, JİTEMcisinin ve polisinin de bilgisi ve onayı dahilinde “hükmediyorlardı” (Tırnak içinde yazıyorum, çünkü 12 Mart’ta olduğu gibi düdük çaldığında sahip olduklarını
sandıkları güç bir anda buharlaşıyordu).
Aynı Stalinist, İttihatçı ve Kemalist zihniyetin farklı versiyonlarının duvarları paylaştığı, panolarda sadece onların sloganlarının asılmasına izin verildiği totaliter bir ortam vardı. Kantini, mantini, bütün kapalı alanlar onlarındı.
Hala da öyle.
Tıpkı Gazi’de Ülkücülere ait olduğu gibi. Tıpkı onların başka fikirlere hayat hakkı tanımadığı gibi. Tıpkı yurtlarda oda basıp öğrencileri gecenin bir yarısı odalarında dövdükleri gibi.
***
Türkiye üniversitelerinde akademik özgürlüğün olmayışı, “YÖK Sistemi”ni de aşan çok daha derin ve yapısal bir sorun.
Üniversiteleri sağ veya sol bir grubun iradesine tabi kılmak, onları öteki öğrenciler üzerinde “koğuş ağası” gibi kullanmak, aslında bir devlet
politikası ve birilerinin güya mücadele ettiği
egemen sistemin de çok ama çok işine geliyor. Üniversite kavramına içkin olan akademik özgürlüğü, çeşitlilik ve çoğulculuğu yok eden bu bilinçli politika, aslında yıllardır egemen sistem açısından üniversiteyi bir tasa kaynağı olmaktan çıkarıyor.
Çünkü sağ veya sol, baskıcı bir gruba teslim edilen üniversitede öğrencilerin özgürce düşüncelerini geliştirebilecekleri ortamlar bizzat öğrenciler eliyle bastırılınca, o küçük grubun dışındaki öğrenciler kendilerine biçilen rolün figüranlığını yapmaktansa, üniversite içinde politik alana ilgisizleşip, kabuklarına çekiliyorlar.
Böylece üniversite, askeri, polisi ve mitiyle ilgililerin hepsini şahsen tanıyabileceği ve dolayısıyla
kontrol altında tutabileceği küçük
saldırgan gruplara kalıyor. Milyonlarca üniversite öğrencisini bizzat totaliter politik gruplar eliyle
siyaset dışına iten bu çark sorunsuzca böyle dönüyor. Yoksa bir düşünün,
Kürt Sorunu, muhtıralar,
darbe planları,
Ergenekon, Füze Kalkanı ve harçlar gibi konularda milyonlarca öğrencinin kolektif eylem koyduğunu. Yer yerinden oynamaz mı?
***
Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde
öğretim üyesi olduğum yıllardan hatırlıyorum.
Asıl yapması gereken işi yapmayan, örneğin öğrencilerin kampus ile şehir arasındaki dolmuşlarda çile çekmesine göz yuman, ama hiç yapmaması gereken işi yapıp, “
Cumhuriyet Mitingleri”ne
Tokat Kampusundan
otobüs kaldıran bir yönetim vardı.
Dolmuşçular öğrencileri saatlerce bekletiyor, kötü davranıyor, kampus lojmanına çıkarmayı reddediyor, ayakta yolcu almaması gerekirken
balık istifi taşıyor, hatta başkasının girmesini engelliyor, taşınacak öğrencinin az olduğu zamanlarda ise buharlaşıyorlardı. Öğretim üyelerinin çoğu otomobille gelip gittikleri için bu sorunun vahametini hissetmiyorlardı.
Ama bu eziyet yıllarca devam etmesine rağmen, öğrenciler kolektif bir tutum sergileyemiyorlardı; çünkü orada da Siyasal ve ODTÜ’dekine benzer bir “denetim mekanizması” yürürlükteydi. Orada öğrenci temsilciliği
seçimlerine
aday olmak isteyen
ülkücü olmayan öğrenciler tehditle seçim dışı bırakılıyorlardı.
Onlar egemen olsaydı sonuç değişir miydi? Ülkücülere fırsat verirler miydi? Hiç sanmıyorum, çünkü bir birlerinden nefret etseler bile, ittihatçı, Kemalist düşünce stilini taşımak ve ötekine hayat hakkı tanımamak konusunda tam bir mutabakat var aralarında. Dolayısıyla onlar egemen olsa sonuç değişmezdi. Ama onlar da aday olabilse, demokratik çoğulculuk egemen olabilse çok şey değişirdi.
***
Demokratik sistemle yönetilen ülkelerde üniversiteye gittiğinizde bir şeye hayran kalırsınız: Özgürlüğe.
Rengarenk öğrenci topluluklarını, onların kendi aralarındaki
tartışmalarını, öğrenci panolarındaki çeşitliliği görüp, “galiba ben ilk kez üniversiteye geliyorum” duygusuna kapılırsınız.
Sonra da bizdeki üniversite adını hak etmeyen “yüksek lise”ler gelir aklınıza.
Deli kızın çeyizi gibi hep aynı türden sloganların yazıldığı panolarıyla, Atatürkçü Düşünce Topluluğu türünden oluşumları kayırıp öteki öğrenci topluluklarının kurulmasına daha kuruluş aşamasında bile güçlük çıkaran yönetimleriyle, kuruldunuz diyelim, bu kez de oraya hakim olan kabadayılardan sakınma çabasıyla, öğrenci temsilciliği seçimlerine damgasını vuran baskılarla, YÖK’üyle ve bütün öğrencileri Atatürkçü yetiştirmeyi emreden (dikkat edin “yetiştirmek” diyor, tıpkı
lahana yetiştirmek gibi) Yüksek Öğretim Kanunuyla hatırladığınız “talim ve
terbiye” kurumu.
Şimdi kendisi gibi olmayana ve üniversitede onaylamadıkları içerikte -olması muhtemel- politik bir tartışmaya dahi tahammül edemeyen sağ ve sol ittihatçı öğrencilere kızıyoruz, ama onlar kendilerini
muhalif sansalar bile, aslında gerçekten tam da bu düzenin istediği gibi “yetişmişler”.
“AKP defol üniversiteler bizimdir” sloganı tam da bu zihniyetin ifadesi. Çünkü üniversiteler “bizim” ise, birileri oradan kovuluyorsa, konuşturulmuyorsa, orası zaten üniversite değildir.
***
Faşizme karşılarmış. Sevsinler. “AKP defol üniversiteler bizimdir”in kendisi faşizan bir slogan. Ve bunu atana sorarlar:
İyi de siz kimsiniz? Bütün öğrenciler mi? Çoğunluk öğrenciler mi? Eğer bu ülkede en büyük partiyi, dolayısıyla öğrenciler arasında da muhtemelen en fazla oy verilen partiyi üniversiteye sokmuyorsanız, bunu “demokratik çoğunluğa” dayandırıyor olamazsınız. Kaldı ki, çoğunluk olsanız bile bu yaptığınız demokratik olmazdı. Malum,
demokrasi azınlığın hakkını
gasp etme yetkisi tanımaz size.
Öyleyse neye dayandırıyorsunuz engellemenizi? Fikrinizin doğru olmasına mı? Haklı olmanıza mı? Öyle olsa tartışırdınız. Öyle olmadığının farkında olduğunuz için fiziksel güce dayandırıyorsunuz. Kaldı ki haklı olsanız bile bu engellemeye hakkınız olmazdı.
Düşünün, etkinliği düzenleyen öğrenciler başka, engelleyenler başka. Konuşmacılar konuşmak istemiş ve diğer öğrenciler de dinlemek. Ama onların konuşturmaması yüzünden bu olmuyor. Alan razı satan razı, ama birileri istemediği için insanlar akademik bir ortamda tartışma yapamıyorlar.
İstedikleri kadar lafazanlıkla suçlarını örtmeye çalışınlar,
Radikal Gazetesi bu zorbalığa mazeret veya felsefi kılıf bulmak için istediği sayıda dereden su getirsin, neredeyse bu saldırganlara “lan bizim yaptığımız bu muymuş, meğer ne derin anlamlar içeren bir iş yapmışız” dedirtsin, sonuç değişmiyor: Bu bir hak ihlalidir.
Düşünün, eğer bu eylemi yapanlar İslamcı veya Kürt olsaydı, bugün oligarşi basını nasıl başlıklar atardı? (
Hürriyet “Bizi Öldürecekler Sandık”, Cumhuriyet “Düşünceye Dinci
Saldırı”,
Kanal D “Alın Size Açılım”).
***
Bu ülkede düzen böyle kurulmuş.
Üniversite de bu düzenin bir parçası ve kendisini muhalif sanan sağ ve sol ittihatçılar da onun bilinçli veya bilinçsiz bekçileri olarak işlev görüyorlar.
Oysa “
Hayata Dönüş” türünden en vahşi operasyonlara
destek veren oligarşi medyasının kendilerine neden sempatiyle baktığını biraz olsun düşünseler, sadece bunu yapsalar, yapısal adaletsizlinden mustarip oldukları düzenin nasıl payandası olduklarını görecekler.
Belki de hali hazırda görüyorlardır.
Not: İstanbul’daki polisin saldırganlığını ve hükümetin bu yanlışı sahiplenmesini ise ayrıca ele alacağım. “Niye tepki vermediniz?” diyen ve erdemli olmayı sadece bizden bekleyen bazılarına şimdiden söyleyeyim; haftada bir kez yazıyorum ve daha önce bunu canlı yayında kınadım.