1986'da ilk defa Van'a gitmiştim. Meşhur Van Kalesi'ne de çıkmıştık. Bu
kale Bediüzzaman Hazretleri'nin tabiriyle, yekpâre bir taş şeklinde... Evliya Çelebi'nin ifadesiyle çökmüş bir deveye benzemekte.
Urartulardan kalma
mağara biçiminde yedi-sekiz
kral mezarına sahip. Etrafı başta Horhor suyu olmak üzere
tatlı sularla çevrili. Dibinde Horhor Medresesi var. 18 sene Van'da kalan
Bediüzzaman Hazretleri Horhor Medresesi'nde de
ders vermiş. Okumak için gelen talebelere, "İki-üç gün burada kalıp bir bakın eğer beğenirseniz, o zaman benim de bir şartım var, eğer kabul ederseniz, ben de sizi talebeliğe kabul ederim." diyormuş. Beğenenlere şart olarak "Benim talebelerim, ölünceye kadar benden ayrılmamalı." diyormuş. Ayrılmamayı kabul edenleri, o da kabul ediyormuş. Bu, uzun soluklu bir
anlaşma. Onun için
Birinci Dünya Savaşı başlayınca talebeleriyle beraber o da vatan müdafaasına katılmış. Bazı küçüklere, izin verse de, hakkını helâl etse de onlar kendisinden ayrılmamışlar. Yeğeni Ubeyd bunlardandır. Bu savaşta şehit olmuştur. Ubeyd hakkında Mektubat isimli eserinde şöyle demektedir: "Ubeyd isminde bir yeğenim talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehit olduktan sonra, üç aylık mesafede (Rusya'da) esarette bulunduğum zaman, nereye gömüldüğünü bilmediğim halde, bence sâdık bir rüyada, yer altında bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şehitlerin hayat tabakasında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus'un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış." ( Birinci Mektup, Birinci Sual)
Van Kalesi bünyesindeki mağaraya benzer odaları da gördük. Bediüzzaman Hazretleri Sikke-i Tasdik-i Gaybî isimli eserinde şöyle bir hatırasını anlatıyor. "Van Kalesi ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir. Eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdaki kunduralarımın kaymasıyla, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz... Başka dayanma noktası kalmadığı halde, büyük bir dayanağa basmışım gibi üç metrelik bir kavisle (daire çizerek) o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimde bulunan arkadaşlarım (bu durumu) ecel gelmediği için, sırf Allah'ın bir koruması olarak hârika bir gaybî imdat telakkî ettik." diyor.
Bu olayı anlatan talebesi Vanlı Molla Hamid Ekinci, "Bir seferinde hızlı hızlı mağaraya doğru giderken ve tam inecekken birden ayakları kayıyor. Ayağını koyacak, eliyle tutunacak bir yer bulamayan Üstad, bir an boşlukta kalıveriyor. O an bile kendi canı ve hayatı aklına gelmiyor. Davasını yani dine ve millete hizmeti düşünüyor. Sesinin çıktığı kadar bağırıyor. 'Dâvâm! Ah dâvâm!'diyor." Normalde bir mümin böyle bir durumda gayr-i ihtiyari şehadet kelimesi getirir... Ama bir insan mefkûresiyle,
davası ile bütünleşmişse ve bu dâvâ, şehadet kelimesini de içine alan i'lâ-yı kelimetullah dâvâsı ise, böyle bir anda "Eyvâh i'lâ-yı kelimetullah dâvâsını bütün dünyaya anlatamadım, duyuramadım. Ah dâvâm, seni yüceliğine uygun yükseklere çıkaramadan ölüp gidiyorum" diyerek hayıflanmak, sırf ahirete imanlı olarak gidip kendini
kurtarma adına söylenen bir şehadetten elbette daha üstün bir söz söylemektir.
Bu hatıralardan 24 sene sonra şimdi yine ikinci defa Van'dayım. Van çok değişmiş ve gelişmiş.
Merkür TV'ye de uğradım...
Genç bir öğretmen olan Doğan Bey bir rüyasını anlattı:
"Rüyamda Peygamber
Efendimiz'in (sas) naaşını büyüklerimiz sırtlarında Van'a getirirken gördüm. Efendimiz (sas) artık Medine'de değil Van'da kalmak istiyormuş. Kendisi için Van'da çok güzel bir kabir yapıldı. Dünyanın dört bir yanından taziyeye gelinir gibi Van'a ziyarete geliniyordu. Gelenler de Efendimiz'in (sas) kabrinin başında ağırlanıyor ve uğurlanıyordu."
Bu rüyada, Van ve Vanlılar için büyük bir
müjde olduğunu düşünüyorum...