Sanırım cansız şeylerin yalnızlığı, canlıların yalnızlığından daha çok dokunuyor bana. Hemen
itiraz etmeyin, elbette eşyaların, mekânların birer 'ruhu' olduğuna inanıyorum ben...
Yıkılmaya yüz tutmuş köhne bir evin, parlatılmaktan incelmiş soluk tırabzanların, bakılmaktan aşınmış aynaların... Hepsinin bir geçmişi var, öyküsü var...
Zaten bu geçmiş sanırım
yalnızlıklarını vuruyor belleklerimize.
Size olur mu bilmem ama bir evin hemen önünde çöpçüler alsın diye konmuş, kullanılmış eşyalara denk geliyorum ben. Dehşet bir yalnızlık ve terk edilmişlik hissi ile tuhaf oluyor içim. Her şey olabiliyor bu; eski bir
masa lambası, dişleri dökülmüş kocakarılar gibi kalmış paslı bir avize ya da eskiciyi bekleyen şeridi çıkarılmış
yaşlı bir daktilo.
Taşrada yalnızlık nedir bilinmez sanırım. Ya da hissedilmez bir şekilde...
Şehirde yalnızlık kapanmaya yüz tutmuş bir yaradan sızan kahverengi kan gibi hissediliyor nedense.
Sokak lambaları mesela...
Gecenin en karanlık saatinde tüm haşmetiyle insanda haşyet duygusunu depreştiren o devasa direkler, gündüz inanılmaz bir yalnızlık ile küçülüyorlar adeta! Gecenin o gölge uzatıp, izbelik kısaltan hakimleri gündüz, terk edilmiş birer yetim çocuk gibi fark edilmiyorlar sanki.
Bu yaştan sonra çok daha iyi anlıyorum ki; şehrin en yalnız mukimleridir
sokak lambaları... Hele ki
mevsim yağmurlu ise!
Ya da...
Şairin; "seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu/komşuluk mana ve ruh, ne varsa heder oldu" cümleleriyle tanımladığı eski evler...
Terk edilmişliğin acısıyla suskunluk yemini etmiş, yemekten içmekten kesilmiş veremli kızlar gibi gün geçtikçe eriyen o ahşap yapılar... Bir zamanlar cumbalarından sarkan kızıl biberler yerine, hüznün ikamet ettiği yalnız mekânlar.
Kalabalıklaştıkça arsızlaşan insanoğlu, benzersiz bir cüret ile yalnızlaştırdı her şeyi... Yollar yalnız, parklar yalnız, bahçeler yalnız, sokaklar yalnız, lambalar yalnız, evler yalnız büyük şehirlerde. Saçma sapan bir aldanmışlıkla ne kadar tıkış tıkış
alışveriş merkezleri çok olursa, o kadar yalnızlığı kaybolur sanıyor insanoğlu.
Büyük bir yanılgı oysa...
Kalabalıklar kadar acınası bir yalnızlık olabilir mi?
Büyüyen binalar değil yalnızlıklarımızdır, eskinin dar sokakları bugünün otobanlarından çok daha genişti emin olunuz.
Ki her yalnızlık bir süre sonra bir şekilde kendi sonunu hazırlıyor ve bazen bir
ihmal, bazen bir kasıt, bazen bir aptallık ya da tevafuk... Kıvılcıma dönüştürüyor önce yalnızların hüznünü, sonra dev alevlerin sardığı bir
yangın topuna dönüştürüyor şehrin yalnızlarını.
Dün yanmasaydı kaç kişi fark edecekti
Haydarpaşa Tren Garı diye bir yalnız değerimizin hâlâ orada olduğunu?
Şimdi aptal bir şuursuzlukla sorumlusunu arıyoruz boş yere. İşte veriyorum cevabı; ben gördüm kimin yaktığını
tren garını!
Biz yaktık, ilgisizlik yaktı, geçmişe sırtımızı dönmek yaktı Haydarpaşa'yı...
Mis gibi yeryüzü dururken onuncu kata bahçe yapma müptezelliği yaktı tarihî mekânı...
Biz hızla yüceleştirdiğimiz kendi yalnızlığımıza yanalım!