Lübnan dönüşü
gazetecilere Baş
bakan Recep
Tayyip Erdoğan, "Gereğini yaptık." dedi. Bahsettiği konu üç generalin, iki bakan tarafından açığa alınmasıydı. Malum olduğu üzere Yüksek
Askerî Şûra'da (YAŞ)
terfi ettirilmeyen komutanların
emekli olması gerekiyordu.
Çünkü dört yıllık görev süreleri dolan ve terfi alamayan
generaller otomatikman emekli ediliyordu. Ne var ki
Balyoz davası gibi çok önemli ve kritik bir davada
sanık sıfatıyla yargılanan generaller bırakın emekli olmayı, askerî üst yargıyı kullanarak kendilerine yeni pozisyon bulmuşlardı. Ne teamüle uygundu yapılan, ne hukuka. Üstelik hem YAŞ toplantılarını hükümsüz bırakıyordu hem de
sivil iradeyi boşluğa atıyordu.
Hükümet 'gereğini yaptı' ve bahsi geçen (ayrıca pek çok açıdan ciddi tartışmaların göbeğinde yer alan) komutanları açığa aldı. Türk
demokrasi tarihinde yeni bir sayfadır bu. Hukuk devleti olma yolunda atılan böylesine ciddi bir idarî tasarrufu
siyaset üstü
analizlerle değerlendirmek lazım. Çünkü makamlar gelir geçer; hukukî mülahazalar devleti ayakta tutar.
Ne yazık ki, siyasî cepheleşme refleksleri yine devreye girdi ve değerlendirmeler
küçük hesaplarla yapıldı. Demokratik teamüllerin oluşması bakımından önemli bir adımı güncel politikaya feda etmemek gerekirken maalesef
Cumhuriyet Halk Partisi (
CHP) ve
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ortak bir tutum sergiledi. CHP'ye göre yapılan, 'sivil
darbe'; MHP'ye göreyse, 'gözbebeğimiz olan ordunun yıpratılması'. Her iki analizin de yanlış olduğu ortada; ne var ki meselelere şu andaki
iktidar partisini yıpratma mantığıyla yaklaşılıyor. Hükümet görevi, CHP ya da MHP'de olsaydı ve askerî üst yargı (
AYİM) vasıtasıyla terfiler gerçekleştirilmek istenseydi bu iki partinin
yetkilileri aynı görüşü mü savunacaktı? Farz-ı muhal siyasî iktidarı hiçe sayan ve askeri
Meclis ve hükümetin üstüne yerleştiren böyle bir mantığa hükümetteyken
destek verseler, düştükleri durumu kendi seçmenlerine nasıl izah edebilirlerdi?
Demokrasilerde herkesin yetkisi de belli, sorumluluğu da. Maalesef demokrasi tarihimizde bütün dengeler, tepetaklak bir fotoğrafın, olması gereken bir
manzara şeklinde empoze edilmesi üzerine kuruldu. Bugün bile
Genelkurmay başkanlarının kime bağlı olduğu çok net bilinemiyor. Savunma Bakanı'na mı?
Başbakan'a mı? Cumhurbaşkanı'na mı?
Bir önceki
Genelkurmay Başkanı emekli
Orgeneral İlker Başbuğ, görev ve yetkisini aşan çok hadiseye
imza attı. Sert açıklamalar yaptı, darbecilikle suçlanan insanlara açıktan destek vererek mahkemeler üzerinde
baskı kurdu,
istifa kartını oynayarak müstakbel
komuta kademesini belirlemeye teşebbüs etti, haklarında ağır suçlamalar bulunan askerleri koruyacağım derken bazı hukukçulara göre zanlılar hakkında, '
yardım ve yataklık yapma'ya kadar işi götürdü... O dönemdeki tartışmaları hatırlayınız lütfen; "Başbakan, Genelkurmay Başkanı'nı görevden alabilir mi?" diye sorulmuş, net
cevap verilemediği için İlker Bey'in görevine son verilememişti.
29
Ekim Cumhuriyet resepsiyonunda Genelkurmay Başkanı ve
kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün davetine katılmadı. Abdullah Gül kim? Resmen, Başkomutan. O nahoş manzara üzerine şöyle sorular yöneltildi: "Bu nasıl komuta kademesi ki başkomutanın davetine gelmiyor, mazeret de bildirmiyor?" Hele ortada Sayın Gül'ün eşinin başörtülü olması sebebiyle resepsiyonun
protesto edildiğine dair dedikodular varken!
Aslında demokrasilerde
sistem hiç de karışık ve karmaşık değildir. Hukuk devletinde yasamanın, yürütmenin ve yargının yeri bellidir. Kurum ve kuruluşların yeri de aşikârdır. Türk Silahlı
Kuvvetleri (TSK), Meclis'in üstünde yetkileri haiz bir
organ olmadığı gibi, vergisiyle ayakta durduğu ve bütün meşruiyetini borçlu olduğu
halktan da bağımsız değildir. Elbette 'milletimizin gözbebeğidir'; ama bir millet sadece 'gözbebeği'nden oluşmaz ki! Ordumuzun yıpranmaması şart! Lâkin yıpranmamanın yolu hukukî çerçevesine dönüp aslî görevini bihakkın yerine getirmesi ve siyasetin çarkları arasına girmemesidir.
Türkiye normalleşiyor; herkesin bu önemli sürece hazır hale gelmesi gerekiyor. Dış dünyaya bu kadar açılmış bir
ülkenin Soğuk
Savaş döneminden kalma dengeler üzerinde cambazlık yapması artık imkânsız. Sorumluluk kimdeyse yetki de ondadır; o yetki kullanımının denetimi ise bizzat milletin elindedir. Normalleşme sadece asker-sivil ilişkisinin evrensel boyutlara taşınmasıyla sınırlı değil; yargıdan medyaya, kurumlardan sivil
toplum kuruluşlarına kadar herkes katılımcı demokrasinin parametrelerine alışacak ki, bu ülke düzlüğe çıkabilsin.
Gündemdeki kitaplar
Hanefi
Avcı, Emniyet Teşkilatı'nda hep tartışılan bir isim oldu. Referandum öncesi piyasaya çıkan kitabındaki iddiaları bazı gazete ve gazeteciler doğruluğunu araştırmadan kabul ettiler. Avcı'nın iddiaları medyada, objektif kriterlere göre yeterince değerlendirilip tartışılmadı. Bu nedenle de Mehmet
Baransu'nun 'Mösyö
Hanefi Avcı'nın Yazamadıkları' adlı yeni kitabı bu konuda tüm soruları aydınlatan bir içerik taşıyor.
Mehmet Baransu, yalnızca haberleriyle değil, kitaplarıyla da
gündemi belirleyecek gibi görünüyor. 'Karargah' adlı kitabın çarpıcı etkisi geçmeden, 'Mösyö Hanefi Avcı'nın Yazamadıkları' çıktı piyasaya. Avcı, kitabına cemaat bölümünü neden ekledi? Jitem Gülen'e suikast düzenleyecek miydi?Avcı kimleri dinletti ve amacı neydi... Gerçekten de büyük soruşturmaların başlamasına vesile mi oldu, yoksa onların örtülmesi için mi uğraştı? Bu ve benzeri sorulara cevap bulma imkânı Baransu'nun kitabında var.
Türkiye'nin son birkaç on yılda aldığı mesafeyi anlayabilmek için daha çok kitap yazılması gerekecek. Prof. Dr. Mehmet Altan'ın, gazeteci Defne Asal'la yaptığı söyleşi-kitap 'Sarayı Yıkalım' Türkiye'de yaşanan bürokratik kırılmayı ve Özal'ın başlattığı "dünyayla entegrasyon" hareketlerini güzelce analiz eden bir eser olmuş. Türkiye'nin "dünyalılaşması" adına neler yapıldığı ve neler yapılabileceği dile getirilmiş. Değişimin bir başka ayağı da Türkiye'nin yurtdışındaki imajı noktasında
vücut buluyor. Sıtkı Özcan'ın derlediği "Ben Türkiye'deyken..." isimli eser,
diyalog faaliyetleri çerçevesinde Türkiye'ye gelen Amerikalıların makalelerinden oluşuyor. "Ben Amerika'dayken..." diye başlayan cümlelerin değişimi, bir cazibe merkezi olarak Türkiye'nin yükselişini,
gönüllüler hareketinin insanlarda bıraktığı tesiri yeniden okumak için mutlaka göz atılmalı.
Elif Şafak'ın gazete yazılarını takip ediyorsunuzdur. Gündeme ilişkin ya da gündem-dışı iktibasları, hem edebiyat meraklılarını, hem de farklı bakış açılarıyla hayata bakmak isteyenleri çekecektir. 'Firarperest' isimli kitap, Elif Şafak'ın takipçileri için yeni bir kitap değil ama onunla tanışmak isteyenlere bir girizgâh olabilir.
Zaman'ın
Yorum sayfalarında da okuduğunuz
Erol Göka Hoca'nın, 'Aşk Her Şeyi Affederse' kitabına da bir göz atın bence. Artık hayatımızın orta yerinde duran dijital/
sanal dünyanın tehlikelerine ve sosyal hayatın yeni tuzaklarına dikkat çekiyor Göka.
Protestoların cılkı çıktı
Anayasa Mahkemesi Başkanı
Haşim Kılıç,
Anadolu Üniversitesi'ne konuk olmuş. "
Anayasa Mahkemesi'ne Bireysel Başvuru" başlıklı bir konuşma yapıyormuş. O esnada artık alıştığımız bir protesto başlamış. Bağrışıp çağrışmalar, slogan atmalar, hakaretler, falan filan... Buraya kadar bile yapılanı anlamak, belli bir oranda gençlerin tepkisini 'hoş görmek' mümkün olabilir. Ancak! Yine alışık hale geldiğimiz bir manzara çıkmış ortaya:
Yumurtalı protesto!
Kim ne derse desin yaygın hale getirilmeye çalışılan bu protesto şekli, 'fiilî bir saldırı'dır ve hukuken bir suçtur. Ha
yumruk atmışsın, ha tabure fırlatmışsın, ha yumurta atmışsın. Sonuçta bir insana bir şeyle saldırmış oluyorsun. Hukuken de hoş görülemez kanaatindeyim, ahlak kuralları açısından da. Protesto etmeye çok hevesliysen
pankart açarsın, slogan atarsın vs. Ama herhangi bir cisimle (yumurta, domates dâhil) bir insana (hele o insan bir eğitim kurumunun misafiri ise ve düşüncelerini öğrencilerle paylaşmak niyeti ile davete icabet etmiş ise) fiilî bir saldırı yapamazsın.
Son dönemde yumurtalı
saldırganlık moda oldu.
Sanayi Bakanı Nihat Ergün'e
İstanbul Üniversitesi'nde,
Pegasus Şirketler Grubu Başkanı Ali Sabancı'ya
Samsun On Dokuz
Mayıs Üniversitesi'nde, gazeteci
Cengiz Çandar'a Bilgi Üniversitesi'nde,
BDDK Başkanı Tevfik Bilgin'e ise
Mersin Üniversitesi'nde yumurta atıldı.
Nedir bu yapılan
Allah aşkına? Demokratik protesto mu; zorbalık mı? Böyle giderse üniversite yönetimleri, 'bilgi ve birikimlerinden yararlanmak üzere' hiç kimseyi 'ilim yuvaları'na davet edemeyecek. Etse bile zaten kimse o davete gelmeyecek; sırf üç-beş yumurtalı saldırgan yüzünden. Daha sempatik bir protesto üretmeyi bile beceremeyenlerin demokrasilerde bir yeri olmasa gerek...