İlahiyatçı sünnet kılar mı?


İmam Hatip Lisesi'ne kendi irademle gitmedim; ailemin isteğiydi oraya gitmem. (O yaşta kendi kararımı vermem zaten imkânsızdı.) Ama hiçbir zaman pişman olmadım imam hatipte okumaktan. Orada hep güzellikler gördüm çünkü. Hocalarımızın büyük ekseriyeti nitelikli insanlardı. Kendilerinden çok şey öğrendim. Kur'an eğitimi çok iyiydi mesela; Arapça da öyle. Hâlâ dua ediyorum o dönemdeki hocalarıma. İmam hatipte okurken Ahmet Kurucan hocamızdan takviye Arapça dersleri alıyorduk ayrıca. O zaman Ahmetli'de vaizlik yapıyordu. Riyazü's-Sâlihîn'den yüzlerce hadis ezberletmişti bize. Öğrettiği sadece hadis ya da Arapça değildi. Hali, tavrı, ibadet hayatı, takvası, davranışları, vakarı ve daha pek çok güzel hasletiyle iyi bir hocaydı. Ona baktıkça imreniyor, ileride iyi bir ilahiyatçı olmaya azmediyordum. Kendisinin de teşvikleriyle ilahiyat fakültesini kazandım. Zaten tek tercih yapmıştım. İlahiyat okumak önemli bir basamaktı, dini iyi bilmek ve yaşamak için. İlahiyat fakültesine büyük bir heyecanla gittim. Tevafuk olacak ki, birinci sınıfta ilk dersimiz hadisti. Ben de hadisleri ve hadis dersini çok seviyordum. Kim bilir hangi hadis kitaplarını mütalaa edecek, yeni ne tür hadisler öğrenecektik. Belki ezberlediğim yüzlerce hadisle arkadaşlarımın arasında hava da atabilirdim. Merakla hocayı dinlemeye koyuldum. Koyuldum ama duyduklarımı anlamakta, daha doğrusu hazmetmekte zorlanıyordum. Hoca, Allah Resûlü'nden bahsederken "Efendimiz, Nebiler Sultanı, Resûl-i Ekrem..." gibi ifadelerden olabildiğince ictinab ediyor ve "Hz. Peygamber" demeyi yeterli sayıyordu. Beni hayrete düşüren sadece bunlar değildi elbette. Efendimiz'in (aleyhi's-salâtü ve's-selam) nam-ı celîlinin arkasından salâvat okumamızı da yadırgamıştı hoca. Hele yazılı metinlerde, ödev metinlerinde, bir kısım makalelerde parantez içinde bile olsa (s.a.v.) yazmamızı akademik ve bilimsel bulmadığını söylüyordu. Öyle yazınca akademik üsluptan ziyade vaaz üslubu oluyormuş. Akademisyen, biraz objektif (!) olmalıymış. Yıllarca ders okuduğum Ahmet abinin tarzından, büyük bir aşk ve heyecanla vaazlarını dinlediğim Muhterem Hocaefendi'nin saygısından eser yoktu söylenenlerde. Hocaefendi'nin "İnsanlığın İftihar Tablosu" olarak anlattığı, anlatırken gözyaşlarının sel olduğu Nebiler Serveri'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) adeta bir vahiy postacısı gibi anlatılması ağırıma gidiyordu. Hele hele "O da bir insandır, -hâşâ- hataları, kusurları olabilir" gibi pervasız sözler insanı çileden çıkarıyordu. Sahabeyi tenkid etmek zaten sıradan bir işti. Kendi bilgisayarında kayıtlı hadislerin, İmam-ı A'zam Ebû Hanife'nin bildiği hadislerden daha fazla olduğunu söyleyip, kendisini Ebû Hanife kadar yeterli sayanlar da çıkıyordu. Cuma namazları için camiye inmediğini, kendi odasından namaza iştirak ettiğini söylemişti bir başkası. "Siz burada ilim yapıyorsunuz. İlim öğrenmek farzdır. Dolayısıyla farz bir işi yaparken sünneti terk edebilirsiniz. Siz namazların sünnetlerini kılmasanız da olur." cümlesini duyduğumda "Yok artık" demekten alamadım kendimi. Ancak Allah'a şükür ki hocaların hepsi böyle değildi. Hatta büyük çoğunluk benim gibi düşünüyordu. Hadis derslerine giren şimdi merhum olmuş bir hocamız "Efendimiz" ifadesinden daha nezaketli bir ifade bulamadığını anlatıyor ve her fırsatta Sünnet'in ehemmiyetine vurgu yapıyordu. Bir başkasından da hadis metinleri okumuştuk büyük bir zevkle. Zaman geçtikçe bazı şeyleri ayırt etme imkânı elde ediyordum. Çok değerli Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Prof. Dr. Raşit Küçük, Prof. Dr. Yaşar Kandemir, merhum Prof. Dr. Ali Yardım, merhum Prof. Dr. İbrahim Canan ve isimlerini saymakla bitiremeyeceğim pek çok değerli hocayı tanıyınca, yukarıda bahsettiğim insanların aslında azınlıkta olduklarını anladım. Biraz şöhret arzusu, biraz ekranlarda yer bulabilme dürtüsü, biraz da farklı şeyler söylemiş olma fantezisi onları böyle yanlışlıklara sürüklüyor olmalıydı. Bugün de, kaza namazı diye bir şey olmadığını, namazın sonunda tesbih çekmek gerekmediğini, miraç hadisesinin anlatıldığı gibi vuku bulmadığını ve buna benzer pek çok şeyi söyleyenleri görünce, aynı kanaate varıyorum. Her şeye rağmen ilahiyat okuduğuma hiç pişman olmadım. Hatta dünyaya bir daha gelsem, yine imam hatip ve ilahiyat okumak isterim. Çok istifade ettim hocalarımızdan ve çok şey öğrendim. Ancak bazı ilahiyatçıların sünnete ve geleneksel İslam'a karşı tavırları içimde hâlâ bir kıymık gibi duruyor. "Sünnet" bu kadar hafife alınacak bir şey miydi gerçekten ya da bir Mü'min için ifade ettiği mana neydi, onu da haftaya konuşalım isterseniz.
<< Önceki Haber İlahiyatçı sünnet kılar mı? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER