Türkiye 2002 yılından beri enflasyon hedeflemesi uyguluyor. Bu
politika, otoritenin aktif müdahil olmadığı bir kur rejimi, serbest
sermaye giriş çıkışı, yeniden yapılanmış ve yoğurdu üfleyerek yiyen bir
bankacılık sektörü ve (nakit harcamalar tarafında)
disiplin altında tutulan bir
bütçe politikası ile destekleniyor.
Otorite bu makro çerçeveden gayet memnun.
Ekonomi, yüzde 70'ini oluşturan iç talebe yaslanıp hızla büyüyor. Kilit konu
büyümenin nasıl finanse edileceği. Türkiye'de aslında GSYH'nın yüzde 20'si kadar, hiç de düşük sayılmayacak bir tasarruf seviyesi var. Ama ülkenin yatırım ihtiyacı o kadar yüksek ki bu tasarruf yetmiyor.
Hayat standardını yükseltmeye hazır,
genç ve hızlı büyüyen bir nüfusu var ve ekonominin altyapısı bu nüfusun (+ihracatın) ihtiyacına
cevap vermeye yeterli değil. Her sene GSYH'nın dörtte biri kadar yatırım harcaması yapılıyor. Böyle
iştah açıcı bir
tüketim ve yatırım harcaması bugün az sayıda ülkede var. Yanına bir de getirisi yüksek TL eklenince bu makro çerçeveyi yurtdışından bolca temin edilen sermaye ile finanse etmek sorun olmuyor (=yüksek cari denge açığı). Bu büyüme Hazine'ye güzel bir
vergi geliri sağlıyor ve bütçe disiplini politik açıdan kolaylaşıyor.
Bir sorun, bu iç talep motorunun enflasyon hedefinin tutmasını zorlaştırması. Ama bunun da çaresi var. Gelen dövizin (ikincil) döviz piyasasında satılmasıyla güçlenen TL ithalatı ucuzlatıyor ve enflasyonun fazla yükselmesini engelliyor. Gerçi bu ihracatçılara zarar veriyor. Ama onlar da iç piyasadan tedarik yerine ithalata yükleniyor veya özellikle istihdam tarafında
kayıt dışında kalarak
işgücü maliyetlerini düşürüyorlar (dışarıdan
bakan da verimliliğin arttığını sanıyor).
Bir diğer problem ise kurların dönem dönem ani ve hızlı hareket edip finansal istikrarı bozması. O durumda dövizle iş yapanların ve varlığını döviz bazında ölçen Türk yatırımcısının sinirleri bozuluyor. Yanlış kararlar veriyorlar. Bunun çaresi de hemen TL
faizini yükseltip spekülatif cazibesini daha da artırmak oluyor.
CARİ AÇIK GÖZBEBEĞİMİZ
Bu makro çerçevenin sürdürülebilirliği cari denge açığının sürdürülebilirliği demek. Yeter ki, ekonomi bu iç talep bazlı hızlı büyümesini finanse edecek yurtdışı sermayeyi cezbetmeye devam etsin.
Bunun için 'mikro' olarak adlandırılan
ekonomik reformlarla yurtdışı finansörlerin ülkeye olan güvenini üst düzeyde tutmak gerekli. Vergi, istihdam, sosyal
sigorta, hukuk reformları, mali
kural gibi reformlarla TL'nin spekülatif cazibesini ikame ederek finansörlerin güvenini sürdürmek mümkün. Ama
kriz yaşamadan, mecbur kalmadan reform yapmak zor. Vergi
reformu beklerken vergi affı gelebiliyor. Zaten ekonomi yönetimi de
2001 krizi sonrası dönemin rüzgarı bittikten sonra ülkede reform yapılamadığından endişeli (bu yorum geçtiğimiz hafta ekonomi yönetimi ile yapılan dar kapsamlı bir toplantıya dayanıyor).
Gerçi makro çerçevedeki yanlışlığı mikro adımlarla kapatmak hayalperestlik ama sonuçta mikro reform da lafta kalıyor. Düne kadar enflasyon hedeflemesini en ateşli savunanlar bile bugün bu uygulamayı sorguluyor. Ama '
manşet yerine çekirdek enflasyonu hedefleyelim' ya da 'formüle kurları da ekleyelim' gibi 'dahi' fikirlerin ötesine geçebilen yok.
TEHLİKE NEREDE?
Artık herkes global kriz sonrası yeni düzende Türkiye'ye gereğinden fazla sermaye akışı olacağını görüyor. Yani cari açık sürekli artacak ama bunu mümkün kılacak sermayenin kontrolü giderek daha zor hale gelecek.
Enflasyonla savaşmak veya finansal istikrarı sağlamak için eskisi gibi kolayca TL faizi yükseltilemeyecek. Çünkü artan TL faizinin daha da fazla sermaye akışını
teşvik ettiği ve ekonomiye gereksiz maliyetler yüklediği sonunda anlaşıldı. Manevra alanı iyice daraldı.
En doğru çözüm yolu, cesaretle bilgiyi birleştirip makro çerçeveyi değiştirmek. Ama ısrarla bu yapılmıyor. Yerine sermaye girişinin en önemli kanallarından biri olan bankacılık
sisteminin dizginlenmesi yoluna gidiliyor. Kaynakları en doğru şekilde dağıtacak (ve zaten dağıtmakta olan) sistemin
kredi imkanları daraltılarak finansal istikrarın korunması amaçlanıyor. Son enflasyon raporunun 97. sayfasının ikinci paragrafında kastedilen bu. Banka kredilerinin çok hızlı arttığı iddia edilerek
tüketici kredilerine vergi getirilmesi ve munzam karşılıkların artırılması gibi kararlarla amaçlanan bu.
Krediler 2010 yılında yüzde 25 senelik hızla büyüyor ama geçen yılki artış sadece yüzde 8. Yani kredi artışı abartıldığı kadar hızlı değil. Türk bankacılık sistemi mevcut haliyle finansal istikrara bir tehdit de değil. 2002-2008 döneminin Yunanistan'ı gibi aktiflerini ekonominin yüzde 129'undan yüzde 216'sına, kaldıracını (yani varlık/sermaye oranını) 10'dan 17'ye yükseltmedi. Bu dönemde İspanya'daki gibi ipotek kredilerini toplam kredilerin yüzde 40'ına çıkarıp konut fiyatlarını 3 kat artırmadı. Hanehalkının borçluluk oranını
İrlanda gibi ekonominin yüzde 110'undan yüzde 200'üne çıkarmadı. Bu tür riskleri gözlemleyip dikkat çekecek başarılı bir regülatörü de zaten var.
Bu tür abartılı örneklere bakıp da bugünden gelecek için endişelenmeye gerek yok. Türkiye'de bankalar hâlâ daha varlıklarının yüzde 30'u gibi dünya normlarında çok yüksek bir kısmını devlet tahvillerine ayırıp bir anlamda devletin finansmanına önemli bir kaynak ayırıyor (bunun sadece beşte biri repolanıp kendi finansmanını yaratıyor). Son yıllarda sistem tüketici finansmanı üzerinden büyüyor ama tüm tüketici kredilerinin (kredi kartı dahil) bilanço içindeki payı yüzde 17 ve hanehalkı borçluluğu sadece yüzde 15. Çok korkulan ipotek kredilerinin bilanço içindeki payı yüzde 6, krediler içindeki payı yüzde 13 (Grafik 1). Toplamda sistemin kaldıracı sadece 7,3, sermaye yeterliliği yüzde 20 (Grafik 2). Yani dünya standartlarına göre çok
küçük bir sistem standartların çok üzerinde bir sermaye yükü ve gereksiz yüksek maliyetlerle çalışıyor. Bunu daha makul seviyelere çekmenin yolu da faiz marjlarının hızla düşmekte olduğu bir dönemde olması gerektiği gibi hacimleri artırmak. Ekonominin finansman ihtiyacını bankalar karşılayamazsa başkaları karşılar ki o çok daha istenmeyen bir durum. Kredi mekanizmasındaki gelişmelerin 'makroekonomik etkileri' aşırıya kaçtığında elbette önlem alınmalı. Ama
tehlike kantarın topuzunun kaçmasında. Finansal istikrar için sistemin dizginlenmesine değil daha sağlıklı bir şekilde tersine sistemin büyütülmesine ihtiyaç var. TL finansman vadelerinin uzatılması ve finansman imkanlarının çeşitlendirilmesi gibi.