Füze Kalkanı projesi, NATO üyesi
ülkelerin halklarını, balistik
füze saldırılarından koruma kapasitesini geliştirmeyi amaçlıyor. Bir başka ifadeyle, nükleer başlıklı füzelerin saldırısını önceden haber veren bir
radar sistemini topraklarımıza yerleştiriyoruz. NATO belgesinde,
terör ve siber saldırı üzerinde de duruluyor. Hackerlar vasıtasıyla yürütülen
sanal savaş, ya da canlı bombalar çağımızın acı gerçekleri. Ölüm, her zaman nükleerden gelmiyor. Hatta anında karşılık bulma endişesi nükleer
silahların kullanılmasında caydırıcı bir rol oynarken, diğer iki tehdit her an karşımıza çıkabiliyor.
Gazeteleri okuyorum; Lizbon'da
Türkiye büyük başarı elde etti havası var. Zaten,
Abdullah Gül de twitterdan, "NATO'nun yeni stratejik konseptine Türkiye yön verdi" diye yazdı. Tamam, Türkiye coğrafi konumu, çok kültürlülüğü, büyüyen ekonomisi, dinamik dış politikası ile önemli bir partner ama, "
zafer" söylemini pek gerçekçi bulmuyorum. Biraz kendi kendimize gelin güvey oluyoruz gibi geliyor. Kalkan'ın,
İran'dan gelecek bir tehlikeye karşı kullanılacağının altının çizilmemesi, zirvede
Fransa Cumhurbaşkanı
Sarkozy'nin seslendirdiği bir gerçeği gölgelemiyor. Tedbir, öncelikle İran'a karşıdır. Belgede yer alsın ya da almasın. Sarkozy "Biz kediye, kedi deriz" sözleriyle, sonuç belgesinde söz edilmese dahi, Batı'nın İran'a bakış açısını da özetlemiş oldu. İtirazımız üzerine, "İran ve Ortadoğu'dan kaynaklanan tehdit" şeklinde bir ibareden vazgeçilmesi olumlu ve Türkiye'nin menfaatine uygun bir gelişme diyelim ama gene ülkemiz
soğuk savaş dönemindeki gibi, bir cephe ülkesi olmuyor mu?
Nükleer füzeler tespit edilip vuruldu diyelim, bunun serpintileri bizim topraklarımıza gelmeyecek mi? Füzeler vurulsun kararını verecek olan, netice itibariyle, ABD olmayacak mı? Bizim askerlerimizin ya da politikacılarımızın o aşamada bir etkisi var mı? NATO konseptini şekillendirmedeki "başarımız" (!), Türkiye'nin,
Avrupa Birliği Savunma Stratejisi dışında tutulması çarpıklığını giderecek bir adım teşkil edecek mi?
Dün, (Soğuk
Savaş döneminde), Varşova Paktı'na dahil komünist ülkelere karşı NATO'nun cephe ülkesiydik. Sovyet tehlikesini bertaraf etme amacıyla, sınıra, Jupiter füzeleri yerleştirilmişti. Kennedy, Sovyetler Birliği'nin Küba'daki füzelerden vazgeçmesi karşılığında, topraklarımızdaki füzelerin de kaldırılabileceği pazarlığını yapmıştı. Türkiye o tarihte "satıldığını" ve iki süper güç arasında sıkıştığını hissetmişti. Bugün, bizi bünyesine almayıp, buna mukabil eski Varşova Paktı ülkelerini tam üye yapan bir Avrupa'yı korumak üzere, gene cephedeyiz. Bunun, neler getireceğini, 1962 krizine benzeyen sürprizlerle karşılaşıp karşılaşmayacağımızı henüz bilemiyoruz. Ayrıca hiç vermeden, hep bir şeyler koparıyorlar. Füze Kalkanı'nın, ABD silah sanayisinin işine yarayacağı ve ABD'lilerin güvenlik öncelikli politikalarına
hizmet edeceği söyleniyor.
Belki daha fazla kaybedebilir, İran ile aramız açılırdı, iki ülke
papaz olurduk, bu önlendi derseniz haklısınız. Fakat "Zafer" söylemi bana bir hayli mübalağalı geliyor.
Abdullah Gül, Twitter'da, "NATO'nun yeni stratejik konseptine Türkiye yön verdi" diye yazdı. Ben de ona "Bu konuda beni ikna edebilir misiniz?" sorusunu
tweet olarak attım. Cevap çıkmadı. Twitter'da "Ben söyledim oldu" diye bir yöntem yok.
Başarının unsurlarını açıklamasını ve tereddütleri giderecek bilgiler vermesini beklerdim. Mesela
Onur Öymen soruyor: "Kendi güvenliğimiz açısından sakınca doğarsa, bunu engelleyecek ya da Füze Kalkanı'nı harekete geçirecek gücümüz var mı?"
CHP içindeki iki karşıt görüş, her adımda hissediliyor.
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile
seçim ittifakından, Paris'teki
mezar ziyaretlerine kadar kulağa hep
itiraz sesleri geliyor. Yok efendim,
Ahmet Kaya "Apo'yu özledim" demiş; Yılmaz
Güney, hâkim Sefa Mutlu'yu öldürmüş. İtiraz sadece MHP'den ya da AK Partili medyadan gelse iyi de, CHP'nin içi de kaynıyor.
Karadeniz seyahatine çıkan
Baykal'ın açıklamalarında, yeni
yönetimin çizgisine tepkiyi görmemek mümkün değil: "İktidarın politikalarına özenerek, CHP'yi değiştirerek, dönüştürerek, bozarak bir yere gitmek mümkün değil. Muhalefette görevim yok diye düşünürsen,
iktidar olmak için kısa yollar ararsın. Bizim tarihi misyonumuz var. Etnik ayrışmaya omuz vermeyen ve mezhep temelinde açılımlar yapmayan bir
siyaset izlemeliyiz."
Öte yandan Kılıçdaroğlu da, Diyarbakır'da, bölgeyi
ihmal ettikleri için halktan sürekli özür diliyordu. İhmal edenin kendisinden önceki yönetim, yani Baykal olduğu kuşkusuz.
Ortadaki zorluğu şöyle özetleyebiliriz: Kılıçdaroğlu, genel seçimde %27'nin altına inmezse, yeni arayışların önünü kesebilir. Başarılı olması, "İki başlılık" görüntüsünü bertaraf etmesine bağlı; bu yüzden seçimli
Kurultay'a gitmek zorunda. Ama tam da seçim öncesi yaşanacak bir kavgayı parti nasıl göğüsleyecek? Demokrat görünmek için "çarşaf listeyi" göze alabilecek mi? Bu durumda, Kurultay sonuçları ne olacak? Parti Meclisi hangi dengelerle yeniden kurulacak? Küskünler ortaya çıkmayacak mı? Belki de bütün bu sorunlar yumağına rağmen, sol
seçmen, - medyanın da yarattığı hava ile-, Kılıçdaroğlu'nun Genel Başkanlığı tartışılmasın diye seçimlerde CHP'ye
destek verir. Kılıçdaroğlu, seçimli Kurultay'ı göze alır ve Parti Meclisi listesinin firesiz ya da az bir fireyle geçmesini sağlarsa, dar geçitte yolunu rahatlatacak önemli bir adım atmış olacaktır.
SABAH