Siyasette hareketli günler başladı. Gayet normal. Yedi ay sonra
halk sandık başına gidecek. Yeni dönemin
iktidar ve muhalefetine karar verecek. Belki de bazı partileri barajın altına itecek.
AK Parti, başladığı projelerin tamamlanması için en azından bir dönem daha 'durmak yok, yola devam' diyecek. Uzun zamandır muhalefet nöbeti tutan partiler ise iktidar koltuğuna oturabilmek için yeni yollar arayacak. Siyasetin kendi dinamizmi var; o hareketliliği makul karşılamak lazım. Ancak bizde normalleşme henüz tastamam yaşanmadığı için,
siyaset dışı (daha doğrusu
kural dışı) hamlelere hazırlıklı olmakta fayda var. Bu saatten sonra yaşanan her olayı yedi ay sonra ortaya çıkması muhtemel siyasi tablo ile ilgili düşünmek gerekiyor.
Siyaset çarklarını delicesine döndürecek bir sıcak gelişme hafta içinde yaşandı bile.
CHP ile BDP arasında
seçim ittifakı yapılabilir mi? BDP bu ihtimale 'sol blok' diyor. Kurulduğu günden beri
PKK ile bağlantılı görülen, PKK lideri için 'Sayın
Öcalan' diyen, onca baskıya rağmen '
terör örgütünü kınıyoruz' demeyen BDP, uzun bir aradan sonra ilk kez CHP'ye
zeytin dalı uzatıyor. CHP tarafından keskin eleştirilere muhatap olan BDP yöneticileri bu bayramda CHP'ye ziyarette bulundu. Seçim ittifakı olur mu? Olursa
ülkeye zarar mı verir? Yoksa katılımcı
demokrasi adına bir fayda mı sağlanır? Bu soruları soğukkanlılıkla tartışmak lazım. CHP önce bu ittifaka yeşil ışık yaktı; ancak daha sonra muhtemel tepkilere karşı olumsuz mesajlar verildi.
İttifak kolay değil. Vaktiyle iki partinin yöneticileri birbiri hakkında çok ağır suçlamalarda bulunmuştu. Şimdi kendi tabanlarına ne diyecekleri ve bu birlikteliği nasıl izah edecekleri merak konusu. Tabanlarda çatlamalar olabilir. Ayrıca 'sol blok' sayesinde 'örgüte yakın parti' daha önce de Meclis'e girmiş, ittifak çatısı altındaki partiler çok zor anlar yaşamıştı. SHP bünyesinde bu tarz bir formül denendiği herkesin malumu. Üstelik 1991'de denenen o formülün, o dönemde makul gerekçeleri vardı. Buna rağmen bir felaketle sonuçlandı. SHP üzerinden Meclis'e giren 'örgüte yakın parti vekilleri' hem kendilerini, hem müttefiklerini zor durumda bırakmış, büyük bir krizin doğmasına sebep olmuşlardı. Bu ittifakın çatısı sayılan SHP ise siyaset sahnesinden silinmek zorunda kalmıştı...
Seçim arefesinde göze çarpan
sürprizler BDP-CHP ittifak senaryosuyla sınırlı değil. İlginç olaylara şahit oluyoruz, olacağız. Mesela
Irak Cumhurbaşkanı Celal
Talabani'nin
Sosyalist Enternasyonal Toplantısında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nu ülkesine davet etmesi boşuna değil. '
Kürt açılımı'na sert yaklaşımlar sergileyen CHP'yi kendine yaklaştırmak amacı kadar, Irak'ta yaşanan hükümet krizindeki
Türkiye dış politikasına tavır aldığını gösteriyor Talabani.
Kılıçdaroğlu'nun
Fransa ziyareti sırasında
Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney'in kabrine gitmesi de seçim süreci ile ilgilidir. 28
Şubat döneminde açıktan açığa aşırı ulusalcılık cephesinin en sert neferi haline gelen CHP, yeni genel başkanı sayesinde yeni hamleler yapıyor. Bu fotoğrafı doğru okuyabilmek için 'ulusalcılık' çizgisinin öbür ucunda gözüken bir başka partinin ortaya koyduğu tepkiye bakmak gerekiyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin CHP eleştirisi ilk defa bu kadar kötü bir tonda yapıldı. BDP'ye göz kırpan CHP'ye ve Ahmet Kaya'yı yıllar sonra hatırlayan CHP Genel Başkanı'na, Devlet Bey'in sert bir dille yüklenmesi siyaset dilini bilenler için hiç de sürpriz sayılmaz. MHP bir yandan 'eski
dava arkadaşları'nı partiye davet ederken diğer yandan da CHP'nin ulusalcı çizgisindeki kırılmadan dolayı oradan kaçacak seçmenler için çekim noktası haline gelmek istiyor...
Seçime kadar çok daha ilginç hadiselere şahit olacağız. Ve korkarım tam bu noktada yine medya girecek devreye. Bazı medya kuruluşlarının daha şimdiden yürüttüğü yayın politikası, siyaset mühendisliğini çağrıştırıyor. Anlaşılan o ki, defalarca yaşanan bu kötü mühendislik modeli bazıları için hâlâ modasını kaybetmiş gözükmüyor. Mesela Kılıçdaroğlu'na o kadar çılgın bir
destek veriliyor ki, bu yanlı tavrın halk nezdinde geri tepmemesi mümkün değil. Belki bu durum CHP yöneticilerinin hoşuna gidiyordur; ancak demokrasi tarihimiz şahittir ki medyanın şişirdiği hiçbir parti, sandıktan zaferle çıkamadı; çıkamaz da. CHP'nin en büyük zaafı, bazı medya organlarına gereğinden fazla önem vermesi ve onlardan aşırı derecede etkilenmesi. Oysa siyasetin kalbi medyanın değişken cambazlığında değil, halkın vicdanında atıyor...
Medyayı bekleyen sınav daha çetin. 'Operasyonel haberler'den medet ummak, Türkiye'nin yeni vizyonunu anlamamak demektir. Artık ne vatandaş eski vatandaş; ne medya eski medya. Manipülasyon yapanın yakasına sadece çoğulcu medyanın gerçeği arayan habercileri yapışmayacak; aynı zamanda halk, yalan yanlış bilgilerin hesabını da sandıkta soracak. Her seçimi bir rejim bunalımı haline getiren medya, yakın tarihten
ders çıkarmalı ki, siyasette hakperest bir tablo ortaya çıkabilsin.
İçeriden görmek daha zor galiba
Bayram arasında fırsat bulup bir D&R mağazasından, "
Gülen Hareketi" adlı, yeni çıkan bir kitabı almak istedim. Görevli
genç bilgisayardan
kontrol ederek "Kalmamış." dedi. Başka bir kitapçıya bakma imkânım da yoktu. Alamadım. Herhalde başka alamayanlar da vardı. Neyse ki kitabın bir nüshası gazeteye gönderilmiş; oradan temin etme durumum oldu. Doğan
Kitap tarafından neşredilen kitabın yazarı,
Houston Üniversitesi'nde
öğretim görevlisi.
Helen Rose Ebaugh, uzun süren bir araştırma sonunda bu esere
imza atmış. Üniversitede, dinler sosyolojisi dersi verirken rastladığı bir haber sonunda harekete ilgi duymaya başlıyor. Türkiye'ye geldiğinde daha geniş ve derin araştırma yapma imkânı buluyor.
'
Türk okulları' diye bilinen eğitim yuvalarını mercek altına almış mesela. Öğrencilerle, velileriyle, öğretmenleriyle
mülakat yapmış. Daha önemlisi, bu kuruluşların maddi yapısıyla ilgilenmiş, hadisenin
ekonomik boyutuna özel ilgi göstermiş. Eğitim kurumlarında fedakârca çalışan ve kendini 'adanmış ve
gönüllü' olarak gören öğretmenlerle görüştüğü gibi, okulların kurulabilmesi için maddî fedakârlıkta bulunan işadamlarıyla da bir araya gelmiş.
Yazar, 'paylaşma' kültüründen, 'başkası için yaşama' idealinden nasıl etkilendiğini uzun uzun anlatıyor. Amerika'da da yaygın olan
bağış ve
yardım alışkanlığının İslam'da zekat, sadaka, fitre gibi teşviklerle nasıl büyük işlere vesile olduğunu, yüz yüze yaptığı mülakatlar sayesinde keşfetmiş. Ayrıca yazar, 'hareket'in farklı dinlere mensup insanların birbirini anlama ve barış içinde yaşama gayretine, o gayreti sarf ederken kullandığı yeni dile dikkat çekiyor.
Geçenlerde onlarca defa 'hareket' aleyhine yazı yazan bir meslektaşıma sordum: "Sizi mutlu etmek için bu 'cemaat' ne yapmalı?" Şaşırdı. İzah ettim: Bu hareketin sosyal bir gerçekliği var. İnsanlar buraya dilekçe vererek girmiyor,
istifa mektubu yazarak ayrılmıyor. O yüzden '
gönüllüler hareketi' deniyor. Bilgi ve beceri düzeyi yüksek bu insanlar, akıllarıyla, iradeleriyle, gönülleriyle '
hizmet' içinde bulunuyor ve çok önemli işler yapıyor. O yüzden hizmetleri kamu vicdanında yankılanıyor. Şimdilerde bazılarının yaptığı gibi, vaktiyle bazı 'hareketler'e karşı da bazı güçler tarafından adeta savaş açılmıştı. Yok edilmek istenmişti o insanlar. Solcular, sağcılar, Aleviler,
Kürtler, İslamcılar... Hiçbiri buharlaşıp kaybolmadı; onları yok etmek isteyen faşistler çoktan toprağa karıştı. Çünkü sosyal gerçekliği olan bir hareketin varlığına ve devamına ma'şerî vicdan karar verir. Tabii ki eleştirebilirsin; ancak kör bir ezberle, sağır bir öfkeyle yaklaşamazsın olaylara. En iyisi anlama gayreti içine girmek. Hiç kimse size mükemmel olduğu iddiasında bulunmuyor; ancak insanların sizden sempati olmasa bile empati bekleme hakkı yok mu?
"
Gülen Hareketi" adlı kitap, sosyal bir hareketi anlama gayreti sarf ettiği için önemli. Dünyanın dört bir yanında bu hareketi 'anlama gayreti' sürüyor. Amerika'da, Avrupa'da, Asya'da, Ortadoğu'da... Bizim medya ne zaman benzer bir gayret sarf edecek? Daha açıkçası bazıları hiç okumadan yazmayı ne zaman terk edecek? Sosyal gerçekliği olan bir harekete önyargıları bırakıp, ideolojik saplantılardan kurtularak bakmak çok mu zor? Rahmetli
Necip Fazıl bize ait değerlerin bir gün Batı'dan geleceğini, ülke içindeki bazı çevrelerin gerçeği belki o zaman daha net göreceğini söylerdi. Ne kadar da haklıymış Üstat...