"İleri"
ülkelerin ışıltısı "geri" olanları daima çekmiştir. Bu "ışıltı" esasında bir tuzak niteliği taşır. Zira, "geri" ülkeye taşınmak istenen şey genellikle ileri ülkedeki "başarının" "ışıltılı/gösterişli" kısmıdır.
Bir başka deyişle altyapı değil üstyapıdır. Böyle olunca, diğerinin ışıltısına kapılan ülke kaynaklarını geçici bir parlaklığa harcamış olur. Kaynakları bittiğinde karanlığa yeniden gömülür geri ülke.
Osmanlı İmparatorluğu ve
Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde biz bu süreci defalarca yaşadık.
Bilirsiniz, Osmanlı geride kaldığını hissetmeye başladıktan sonra Batı'ya gözlemciler göndermişti. Seçilen ülke gösterişsiz Anglosakson ülkesi
İngiltere değil, ışıltılı Latin ülkesi
Fransa idi. Gördüklerinden hayran dönen gözlemcilerin ardından bu ülkeye eğitim için yüzlerce, belki de binlerce bursiyer gönderildi. Sonuçta,
Osmanlı İmparatorluğu'nun "
reformu" Latin temelli oldu. Bugün MIT'dan Daron Acemoğlu gibi iktisatçılar tarafından yapılan araştırmalar özgürlüklere ve insana güvene dayalı kurumsal kültürler oluşturan Anglosakson dünyası seçilseydi durum daha farklı olabileceğini gösteriyor. Zira ezbere dayalı eğitimden teftişe dayalı devlet bürokrasisine kadar bugünkü sorunların temelinde büyük ölçüde o gün "
model" alınan ışıltılı Latin üstyapısının etkisi var
dersek sanırım mübalağa etmiş olmayız.
Biraz daha derinlere inersek "İlle de başka bir modeli mi kopyalamalıyız?" sorusu karşımıza çıkar. Öyle ya, başkalarının tecrübelerini inceleyerek bunlardan çıkan derslerle kendi modelini inşa etme farklı, reform yapacağım diye bir başka modeli birebir tercüme etmek farklıdır. "Kendi reformunu" gerçekleştirmek reformun kalıcılığı ve performansını doğrudan etkiler. İster şirket ister devlet seviyesinde ele alalım, başarılı değişim yönetimlerinin temelinde de aynı prensip vardır: Dersler hem içeriden hem dışarıdan, ancak çözüm sadece içeriden gelmelidir.
Hem devlet hem şirket örnekleri vereyim. Geç kalkınan ülkelerin başında gelen
Alman "ekolü" 19. yüzyıldan itibaren kendi sorularını sorup kendi
cevaplarını veren ülkelere belki de en iyi örnektir. 19. yüzyıl Amerika'sındaki anayasa kongresi sürecini de bu çerçevede sayabilirsiniz. Sovyet
Rusya ise dışarıdan ders alınmadan sadece içeriden gelen her çözümün doğru olmayabileceğinin örneği olarak ele alınabilir. Türkiye, kendi sorusunu sorup kendi cevabını veren bir ülke olmasa da şirketlere Türkiye'den örnekler verebilirim:
Turkcell ya da TAV.
Kent yönetimimiz
Çalışkan bir belediye başkanımızın yurtdışında ışıltılı bir
kente gidip etkilenmesiyle Türkiye'ye getirmeye karar verdiği bazı unsurları basından okuyunca bu düşünceler zihnimde canlandı. Kentlerimize ışıltı getirilmesine kimse karşı çıkmayacaktır eminim. Ancak "üstyapı kopyalama" adetimiz bize iki asırdan fazla süredir oldukça pahalıya mal olmadı mı? Dahası, üstyapıyı kopyalarken
ihmal ettiğimiz altyapı ve "kurumsal kapasite" bize daha da büyük maliyetler ortaya çıkartmıyor mu? Bakın bazı altyapı ve kapasite eksikliklerimize küçüklü büyüklü örnekler vereyim:
1. Toplu taşım altyapısı: Büyük şehirlerimizin hiçbirisinde metro altyapısı tamamlanmış değil. Minibüslerle ve otobüslerle taşımaya çalıştığımız halkın cefasını herhangi bir büyük şehrimizde
akşam 6 civarında otobüslere binmeyi deneyerek anlayabilirsiniz. Dahası, metroyu bırakın "ileri"
Avrupa şehirlerinde görmeye alıştığımız dakikası dakikasına durağa gelen otobüsleri biz herhalde bu yüzyılda da göremeyeceğiz.
2. Trafik idaresi: Bu bir altyapı değil "kurumsal kapasite" konusu. Önceki yazılarda da değindim. Türkiye'de büyükşehirlerdeki yol altyapısı Avrupa'daki birçok şehirden daha güçlü. Peki bu altyapıyı verimli kullanabiliyor muyuz? Cevap hayır. Sebeplerinden en önemlisi "
trafik idaresi" uzmanlığımızın olmayışı. Yol işaretleme, hızlı-yavaş şerit ayrımı,
servis yolları, tali yollara giriş vs. dünyada çözülmüş birçok trafik idaresi aracı Türkiye'de "bilinmiyor". Trafik polislerimiz de gerekli eğitimlere sahip değil. Trafik simülasyonları yapılmıyor. Alt ve üst geçitler gelişigüzel planlanıyor. Sonuçta ortaya büyük
ekonomik verimsizlikler çıkıyor. Büyükşehirlerimizde trafik idaresinde bazen en son teknoloji araçları kullanılıyor ancak faydasız zira konulan kuralın mantığı yok. Örnekleri çok: Ankara'da 4 şeritli
Eskişehir Yolu'nda yeni konulan kameraların önüne geldiğinde arabalar yavaşlıyor. Trafik yoğunlaşıyor. Hemen kameralardan sonra arabalar tekrar hızlanıyor. Sürücüler sormadan edemiyor: 4 şeritli şehire erişim sağlayan ana arterde 70 kilometrelik hız limitinin manası var mıdır? En azından yurtdışında sık sık kullanılan hızlı şeritler oluşturulamaz mıydı? Kameralar sol şeridi tekeline alıp saatte 40 kilometre hızla sürerek trafiği karmakarışık hale getiren sürücüleri ayırt ediyor mu?
3. Yol kalitesi: Özellikle Ankara'da yol kalitesi düşük. Yollarda çukurlardan arabanızı kurtarmak için slalom yapmak zorunda kalıyorsunuz. Yapılan yollar kısa zamanda tekrar "çöküyor".
4. Estetik: Büyükşehirlerimizde "
estetik" anlayışı hakim değil.
Silüet konusunu geçelim, bina ön yüzlerinden tutun kullanılan elektrik direklerine, meydan düzenlemelerine,
kaldırım tasarımı ve yüksekliklerine, yolların ve kaldırımların kalitesine standartlarımız yok (Ya da var ancak uygulanmıyor!).
5.
Ulaştırma bağlantıları: Avrupa'nın tüm önemli şehirlerinin aksine, havaalanları ve ana
tren garından şehrin hemen her yerine hızlı, rahat ve verimli
ulaşım imkanı Türkiye'de son derece sınırlı.
6. Denetim: Şehirlerde bozuk yollardan, ikinci, üçüncü şeritlere park edildiği için "suni" olarak tıkanan cadde ve
sokaklara, gündüzün ortasında yanan sokak aydınlatmalarına kadar, "iç denetim" birimlerimiz yok. Halkın da gördüğü hataları bildirebileceği mekanizmalarımız da bulunmuyor.
Adettir; işler iyi gidiyorsa takdir edilmez ancak sorun çıktığında sesler yükselir. İyi gittiği için farkında olmadığımız belediyelerimizdeki başarılı uygulamalardan da bahsedelim. Öncelikle
temizlik konusu. Türkiye, kahraman
temizlik işçilerinin yaşadığı bir ülkedir. Birkaç dakikanızı ayırıp onları çalışırken izleyin; son model arabasının penceresini açıp hiç tereddüt etmeden kül tablasını sokağa boşaltanların da dahil olduğu milyonlarca TC vatandaşının ürettiği atığın bu kahramanlar ve belediyelerimiz tarafından sessizce nasıl temizlendiğini görecek ve saygı duyacaksınız. Belediyelerin bir başka başarılı hizmeti su idareleridir. Suyun verimsiz ve özensiz kullanıldığı bir ülkeyiz. Temiz su sevkiyatının kesintisiz yapılması atık suyun da aynı hızla toplanıp arıtılması göründüğü kadar kolay değil. Türkiye son elli senede yerleşim merkezlerinin hemen hemen tamamına su altyapısını getirdi ve iyi idare etmeye devam ediyor.
Sözün özü, kent yönetimimizde yaptığımız iyi şeyler var. Büyük eksikliklerimiz de. Altyapı eksikliklerimizi hızla tamamlamamız gerekiyor. Kurumsal kapasite eksikliğimizi de. Işıltılıyı ondan sonra da getirebiliriz kentlerimize.
'Dünyanın en iyi ekonomisti' Roubini gözden düştü!
Ekonomi basınımız, iki senedir "kâhin aşağı kâhin yukarı" şeklinde refere ettiği Roubini'yi gözden düşürmeye başladı.
Nouriel Roubini bir senedir hedefi tutturamadığı için bu duruma düştü. İnşallah yakında bir şeyler tutturur da tekrar göze girer. Belki de Yale ve Columbia gibi çok iyi üniversitelerde ders veren Roubini, Türkiye'de "kâhin ahtapot" kategorisinde sınıflandırılmaktan rahatsız ve dolayısıyla "gözden düşmekten" mutludur.
'Dünyanın en iyi ekonomistleri': Benim önerilerim
"Dünyanın en iyi ekonomisti" magazinsel bir kavram.
Hürriyet gazetesinin "Türkiye'nin en iyi kurabiyecileri" şeklindeki sayfaları gibi fazla manalı da değil. Ancak burası da bir gazete köşesi olduğuna göre ille de manalı şeyler söylemek zorunda değil.
Bu çerçevede, bence mutlaka takip etmeniz gereken iktisatçıları belli aralıklarla bu köşede
tavsiye edeceğim. İlki Robert Shiller. Shiller, Yale Üniversitesi'nde
finans profesörü. Bu köşede daha önce de ismi geçti. Bir kâhin olmasa da, Shiller'i iyi takip etmenizi tavsiye ederim. Katılmadığınız görüşleri de olacak mutlaka ama genellikle ayağı yere basan yorum ve öngörüler yaptığını göreceksiniz