Geçen gün öğlenüstü, Zeynep “tendonları” sakatlanmış omzuma bol miktarda buz, elektrik, ilaç, ultrasonlu soğutma uyguladıktan sonra iki yanındaki ağaçların kızıllaşıp soyunmaya hazırlandığı sakin sokağa çıkıp sahile doğru yürüdüm.
Alabildiğine sıcak bir kasım günüydü.
Deniz kendi ışığından neredeyse beyazlaşmış, açıklardaki adalar karakalem resimler gibi kabarmış, çimlerin inatçı yeşilliği daha da bir parlaklaşmış, mevsimlere teslim olmayan
İstanbul gülleri boyunlarını dikmişlerdi.
Sahilde orta
yaşlı birkaç adamla, kasıklarının hemen üstünden başlayıp dizkapaklarının altında biten daracık bir kapriyle bir bikini üstü giymiş sarışın
genç bir kadın
voleybol oynuyorlardı.
Adamların dikkatinin oyundan çok kadında olduğunu düşünüyordu insan.
Biraz ötede başka bir genç kadın
denizin hemen kenarında hazırola geçip elini alnına götürerek bizim göremediğimiz bir şeyi
selamlıyordu.
Çimenlerin üstüne açılır kapanır sandalyelerini yerleştirmiş iki sevgili kitap okuyorlardı.
Birkaç yeni yetme oğlanla onların biraz öteye havlusunu sermiş yaşlıca bir hanım denize giriyorlardı.
Hırpani kılıklı bir genç bir
banka oturmuş
peynir ekmekten oluşan öğlen yemeğini yiyordu.
Her yaştan insan, bazıları hızlı, bazıları yavaş, yürüyüş yapıyorlardı.
Kargalar midyeleri havadan taşların üstüne bırakarak kırıyor sonra bir pikeyle inip kırdıkları midyeleri yiyorlardı.
Kıyıya çekilmiş büyücek deniz motorları kış için elden geçiriliyordu.
Park görevlileri çimenlere dökülmüş kuru yaprakları topluyordu.
Sakin, huzurlu, alışılmamış derece sıcak bir kasım öğlesiydi.
Benim biraz sonra döneceğim gazetede göreceklerimle, bu sahilde gördüklerim birbirinden tümüyle farklıydı.
Vaktinin çoğunu kapalı odalarda geçiren insanlar için şaşırtıcı bir görüntüydü.
Bizim “hayat” diye gördüklerimizle, buradaki hayat birbirine hiç benzemiyordu.
Önce “bunların hangisi gerçek hayat” diye sordum kendime?
Sonra da kaçınılmaz olarak, insanların başına binlerce yıldır bela olan o korkunç ve basit soruya geldi sıra.
Hayat nedir?
Yaşadıkları hayatta mutlaka şikâyet edilecek bir eksiklik bulan insanların neredeyse ortaklaşa olarak inandıkları “iyi bir hayat”
tarifi var.
Kendilerinin ulaşamadığı ama birilerinin mutlaka ulaştığına inandıkları ve sürekli aradıkları “iyi” bir hayat.
O “iyi” hayatta ulaşılması zor olan şeyler bulunuyor.
Para mesela.
İyi bir hayat sağlar mı para?
Dünyanın en zengin kadını daha birkaç yıl önce gencecik yaşında öldürmüştü kendini.
Güzellik mi?
Uyku ilaçlarını içip bu dünyadan ayrılan Marilyn Monroe’dan daha güzel biri bulunabilir mi?
Şöhret mi?
Psikiyatristlerin salonları “ünlülerle” dolu.
Kafamızda olan o “hayata” sahip olanların çoğunluğunun pek de memnun olmadığı anlaşılıyor.
Hayat nedir peki?
Bunun binlerce cevabı var herhalde, bu kadar çok cevabı varsa, aslında cevabı yok demektir.
Hayat sen ne görüyorsan odur, bence.
Sen kımıldadıkça, hayat da senle beraber kıpırdar, gördüklerin değiştikçe hayat da değişir.
Milyonlarca, milyarlarca hayattan tek bir hayat tarifi çıkartabilmek için binlerce yıl uğraştı insanlar, böyle bir tarif bulmayı başaramadılar.
Böyle bir tarif yok çünkü.
Bir banka oturdum.
Ayaklarımı uzattım.
Bir sigara yaktım.
Güneş ısıtıyordu, etraf çimen ve
yosun kokuyordu, insanlar huzurluydu, deniz sakindi, bir kadın denize selam duruyordu, diğeri o denizde yüzüyordu, adamlar genç bir kadınla top oynuyordu.
Güneş batarken dağılacaklar, hepsi orada gördüğünden daha başka bir hayat görecekti.
Ben de birazdan başka bir hayata doğru yürüyecektim.
Birbirinden farklı bunca hayata sahip insanların tek bir benzerliği vardı.
Hepimiz yaşıyorduk.
Yaşamak iyiydi.