Bu bayram İstanbul’da olmak vardı...
İstanbul’da olup
Süleymaniye’deki “bayram sabahı”nı görebilmek... Sinan’ın muazzam kubbesinin
altında, saf tutmuş müminlerin arasında, ezan-ı Muhammedî’yi dinleyebilmek...
Ne yazık ki Brüksel’deyim.
Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “
Türkiye’de Din Özgürlüğü” konulu bir konferansta konuşmak için buradayım.
Osmanlı’da ziyadesiyle var olan, ne yazık ki sonraları çok kısıtlanan, son yıllarda ise yeniden keşfe başladığımız “hürriyet-i diniye”nin hikayesini anlatmak için.
Ama aklım, dediğim gibi, geride, İstanbul’da. Özellikle de havaalanına giderken ilanlarını gördüğüm “Süleymaniye’de bayram sabahı”nda.
Süleymaniye Camii’nin uzun zamandır
restore edildiğini biliyordum, ama bu zamana yetişeceğinden habersizdim. Yahya Kemal’in o muhteşem şiirinden ilhamla, bir bayram sabahı açılacağının farkında değildim. “ Tüh” dedim kendi kendime, arefe günü “dış hatlar terminali”ne doğru hızla giden takside. “Kaçırdım.”
Ama binlerce İstanbullu kaçırmadı Süleymaniye’deki bayram sabahını. Ve daha nice Türkiyeli, kendilerine Osmanlı’dan
miras kalan mabedlere
akın etti. Osmanlı’yı yükseltmiş ve yaşatmış olan inancın devamlılığını ilan edercesine...
Oysa Cumhuriyet’in kurulmasından hemen sonra iktidarı ele geçiren devrimbazların planları başkaydı. Türkler’in
İslam’la geçen bin yılı aşkın tarihini “kapatılması gereken bir parantez” olarak görüyorlardı. İslam-öncesi Türklük aşkına bu yüzden kapıldılar. İslam-sonrası Türklük projesine o yüzden giriştiler.
Ama yapamadılar. Başlattıkları Jakoben devrim, aziz vatanın bütün kurumlarını cebren ve
hile ile zaptetmelerine rağmen, amacına ulaşamadı. Ve asıl o devrim, 80 yıl içinde kapanan bir “parantez”e dönüştü.
Bu sonucun Türkiye’ye “karanlık” getireceğinden sahiden korkanlar var ise, boşuna endişe etmesinler. Çünkü Süleymaniye’nin minarelerinden bize bakıp duran Osmanlı’nın tarihi epey “aydınlık”tır.
Bugün kavgasını verdiğimiz “hak ve özgürlükler”in hemen hepsi orada zaten vardı.
Kürtler Kürt idi, mesela. Onları başka bir şeye dönüştürmek, dillerini yasaklayıp kültürlerini aşağılamak kimsenin aklına gelmezdi.
Osmanlı kimsenin üstündeki kıyafetle, başındaki örtüyle uğraşmazdı. Reisülküttap Raşit Efendi’nin 1792’de dediği gibi, insanlar “başlarına
üzüm küfesi giyseler, niçün giydiniz demek Devlet-i Aliyye’nin vazifesi değil”di.
Osmanlı’da gayrımüslimler de bugünkünden çok daha özgürdü. Devlet Bahçeli’nin bugün açılmasına kızdığı kiliselerin kapısı, o zaman zaten ardına kadar açıktı. Patrikhane’nin okullarına kimse musallat olmaz, “ ekümenik”liğine kimse laf etmezdi.
Yahudiler, kendilerine tam bir altın çağ yaşatmış olan Devlet-i Aliyye’nin ordularının muzafferiyeti için sinagoglarda dua ederdi.
Osmanlı, “
Müslüman kalarak modernleşme” tecrübesinin en iyi örneği olan Tanzimat’la da büyük işler başarmıştı. Gayrımüslimleri “eşit vatandaşlar” kılmış, bu sayede onları bürokrasiye ve sonra da meclise kabul etmişti.
Meclis,
seçim,
siyasi partiler ve hatta kadın hakları dahi Osmanlı’da gelişmiş, Türkiye
demokrasisinin temelleri orada atılmıştı.
İslam ve liberal demokrasi arasında bugün aradığımız bağlar,
Namık Kemal gibi “Yeni Osmanlılar” tarafından zaten kurulmuştu.
Bu nedenledir ki, geriye dönüp Osmanlı’yı yeniden keşfetmek, Türkiye’nin “ileri” gidişinin de anahtarı olacaktır.
Ve Süleymaniye’de yatan tarih, sadece ruhumuza değil aklımıza da ışık tutacaktır.