1950 seçimlerinden zaferle çıkan
Demokrat Parti, ezanı serbest bırakmış,
dindar insanlar üzerindeki baskıyı kaldırmıştı. Ancak bu arada bazı
tahrik edici eylemler de başlamıştı. Eski
CHP adaylarından Kemal Pilavoğlu'nun müridleri -ki Ticaniler diye bilinir-
Atatürk'ün
heykel ve büstlerini kırıyorlardı.
Öte yandan CHP tetikteydi. Onlara göre hükümetin irticaya ezanla verdiği "avans"tı bu olayların nedeni. Nadir Nadi'nin deyişiyle, inkılap aleyhtarlığı hortlamış, yobazların cesareti artmıştı. Eylemciler "devlet kuvvetine el kaldıramadığı için inkılâplarımızın sembolü Atatürk'e saldırmak, hıncını ondan almak istiyor"lardı.
Hükümet duruma el koymak zorunda hissetti kendisini. Bunun için 1951
Nisan'ında bir adım attı ve Atatürk'ün şahsı aleyhinde işlenen suçlara dair
kanun tasarısını Adalet Komisyonu'na getirdi. Ancak bu sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Kısa bir süre öncesine kadar CHP ve
yandaş basını tarafından irticaya
prim verdiği gerekçesiyle
eleştirilen DP hükümeti, aynı çevreler tarafından bu defa da anayasaya aykırı kanun çıkarmakla suçlanacaktı.
Sadece Nadir Nadi ve Falih Rıfkı Atay gibi iki yılmaz CHP'linin yazdıklarını aktarmak yeterli olacaktır.
Nadi, 14 Nisan 1951 günü "
Cumhuriyet" gazetesinde çıkan "Ata'yı korumak" başlıklı yazısında Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun yersizliğinden dem vuruyor ve şu çarpıcı cümleyi kuruyordu: "Hatta daha ileri giderek böyle bir kanunun rejim bakımından bir GERİLEME İŞARETİ yerine geçeceğini söylüyoruz." Bir başka deyişle "Cumhuriyet" gazetesinin sahibi, Demokrat Parti'nin çıkarmak istediği kanunun çıkarılmaması gerektiğini, çıkarılırsa Cumhuriyet rejimini gerileteceğini bile söyleyebilmiş.
Falih Rıfkı Atay da 22 Nisan 1951 tarihli "
Ulus"ta bu kanunun çıkmasından utandığını, Atatürk'ü putlaştırmamak gerektiğini yazıyordu. Atay'a göre böyle bir kanun çıkarmak medeni cesareti kaybetmek demekti. Atay, o günden bugüne Atatürk hakkında yazılıp çizilenleri şu sert sözlerle çöp kutusuna atıyordu: "Bu kanun çıktıktan sonra Atatürk'ü sevenlerin ve kendisine bağlı olanların onu medhedeceğini sanıyor musunuz? Karşılarında
ağız açacak kimse olmayınca bunun dalkavukluktan ne farkı olabilir? Demek ki yakın zamanda Atatürk'ten bahsedilmeyecek."
CHP yanlısı basın, Atatürk'ün şahsını saldırılardan korumayı amaçlayan kanuna böyle cepheden karşı çıkarken, 17 Nisan günü
Meclis Adalet Komisyonu'nda hararetli tartışmalar yaşanıyordu. (O tarihlerde
komisyonlarda
tutanak tutulmadığını
TBMM yetkililerinden öğrendim. Bu yüzden konuşulanları gazetelerden aktarmak zorundayım.)
Komisyon toplantısı "bir hayli heyecanlı" geçmiş, hararetli konuşmalar yüzünden
Menderes üç defa söz almak zorunda kalmış ve nihayet 7 olumsuz oya karşılık 9 oyla tasarı kılpayı komisyondan geçmiştir.
Menderes "Bu kanun bir zaruretin ifadesidir" sözleriyle tasarıyı savunmuş, eski
Yargıtay Başkanı olan İçişleri Bakanı Halil Özyörük de kanunda hukuk esaslarına aykırı bir yön bulunmadığını dile getirmiş, Atatürk'e yapılan tecavüzlerin yasal güvenceye bağlanmasının gerekliliğini savunmuştur. Aynı gün
İstiklal Savaşı'nın değerli komutanlarından DP'li Selahattin
Adil Paşa, tasarı aleyhine çok sert bir konuşma yapmış ve basına yansıdığı kadarıyla şunları söylemişti:
"Atatürk meşhur
diktatörlerdendir. Bir diktatör hakkında böyle bir kanun çıkarılması doğru değildir. Bu memlekette 14
Mayıs'tan evvel müspet bir iş yapılmamıştır. 14 Mayıs inkılabından sonra Atatürk inkılaplarından bahsedilemez. Böyle bir tasarı ayrıca dinimize de aykırıdır." ("Yeni
Sabah", 18 Nisan 1951)
1951'de Meclis Adalet Komisyonu'nda Atatürk'ü Koruma Kanunu aleyhine konuşan Selahattin Adil Paşa'nın İstiklal Savaşı günlerinde çekilmiş bir fotoğrafı. 2) 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonraki karikatürlerde, seçimden yenik çıkan CHP'nin ölmüş olarak gösterilmesi yaygın bir eğilimdi.
Selahattin Adil Paşa eleştirilerine Meclis Genel Kurulu'ndaki oturumda da devam etmiş, ancak eleştiri dozunu bir miktar hafifletmişti. Bu arada belirtelim ki, DP milletvekillerinden romancı Halide Edip Adıvar da tasarıya karşı çıkanlardan biriydi ve Atatürk'ün ilahlaştırılmasına
hizmet edecek olan bu kanuna karşı olduğunu bildiriyordu.
Kanun 5 Mayıs günü geldiği Genel Kurul'da CHP'li vekillerce de eleştirilmiş ve yapılan oylamada reddedilerek komisyona iade edilmiştir.
Genel Kurul'da CHP milletvekillerinden Kamil Boran tasarının Meclis'e gelmesinden üzüntü duyduğunu belirtirken, eski CHP'lilerden olup o sırada bağımsız olan
Sinan Tekelioğlu, kanunun baskıcılık bakımından ancak Takrir-i Sükûn Kanunu ile karşılaştırılabileceğini, anayasaya aykırı ve anti-demokratik olduğunu söylemiş ve şu cümleyi eklemişti: Yarın öbür gün bir üniversite hocası "
Nutuk" haricinde bir şey söylerse bu kanun gereği suçlu duruma düşecektir.
Tasarı 7 Mayıs günü yapılan oylamada 141'e karşı 146 oyla reddedilir. Bunun üzerine DP'liler
Alman hukukçu Ernst Hirsch'in kapısını çalarlar. Onun yazdığı yeni şekliyle
kanun tasarısı 25 Temmuz 1951 günü yeniden genel kurula gelir ve ağırlıklı olarak DP oylarıyla geçer. (Kesin sayılar tutanaklara geçmemiş.)
Böylece CHP, Atatürk kozunu elinden almak isteyen DP'nin kanun tasarısına karşı çıkarak en büyük zikzaklarından birini çizmiş, AB kapısında karşımıza heyula gibi dikilen bu çağdışı kanunu eleştirme hakkını da elimize vermiştir. Öbür yandan DP, belki CHP'nin elindeki kozu almıştır ama anayasaya, ceza hukukuna, demokrasiye aykırı bir düzenlemenin de mimarı olmuştur.
Üstelik
vefat etmiş bir şahıs hakkında çıkarılan kanun, "ölüler arasındaki eşitliğe" de aykırıydı. Bu kanun çıkınca başka ölüler hakkında kanun çıkartmak da mümkün hale gelmektedir. Selahattin Adil o zaman söyleneceği söylemiş zaten. Demiş ki: "
Türkiye bir
Müslüman memleketi olduğuna göre Hazret-i
Muhammed hakkında da bir kanun çıkarmak icab edecektir." ("Ulus", 18 Haziran 1951)
Bugün 5816 nolu bu kanun, işlevsizliği bir yana, bir hukuk devletine hiç mi hiç yakışmamaktadır. Dünyada da bir benzeri bulunmayan bu kanunun kaldırılması, sanırım zamanında ona karşı çıkmış olan CHP'yi de memnun edecektir!