AB Komisyonu Türkiye'nin üyeliğe doğru ilerlemesiyle ilgili 13.
raporunu yayımladı. Bu raporları hazırladığı için AB'ye ne kadar teşekkür etsek azdır.
Zira bunlar AB normlarında bir
demokrasi için yapılması gereken reformlara ışık tutuyor,
demokratikleşme sürecinin yol haritasını çiziyor. 1998'de yayımlanan ilk rapor ile bu sonuncu raporun karşılaştırılması, hâlâ çözülmesi gereken sorunlara rağmen, Türkiye'nin 21. yüzyılda demokratikleşme yolunda ciddi bir ilerleme kaydettiğine tanıklık etmekte.
Eğer Türkiye son on yılda bürokratik
vesayet altında demokrasiden çağdaş standartlarda bir demokrasiye geçiş yolunda ciddi ilerleme kaydetmiş ise, bunu sağlayan başlıca üç dinamikten söz edilebilir. Bunlardan biri 1980'lerden itibaren ekonominin liberalleşme ve globalleşme sürecine girmesiyle birlikte yükselen
Anadolu merkezli elitlerin demokratikleşmeden yana tavır almalarıdır. İkincisi 1990'lardan itibaren entelektüellerin vesayet düzenine karşı geliştirdikleri giderek güçlenen liberal-eleştirel söylemdir. Muhakkak ki üçüncüsü de, Türkiye'nin 1999'da üyeliğe
aday ilan edilmesiyle başlayan AB'ye
katılım sürecidir.
AB üyeliğinin cazibesi Türkiye'de, kabaca katılım müzakerelerine başlanması kararının alındığı 2005 yılına kadar süren, AB üyeliği lehine geniş ve güçlü bir mutabakatın oluşmasına yol açmıştı. Bunun en açık iki göstergesinden biri, AKP liderliğinin (AB üyeliğine sert bir şekilde karşı çıkan) Milli Görüş Hareketi ile bağlarını koparıp reformların öncülüğünü üstlenmesi ise, öteki de kamuoyunda AB üyeliğine verilen desteğin % 75'e kadar tırmanması; reformlara gerek ana muhalefet partisinin gerekse askerî otoritenin verdiği
destekti.
Bugün durum çok farklı. Başta
Fransa olmak üzere AB'nin önde gelen üyelerinin ve sınır sorunlarını çözmediği halde üyeliğe alınan
Kıbrıs Rum Yönetimi'nin çıkardığı engeller ile katılım müzakereleri tıkanma noktasına yaklaştığı gibi, AB kamuoylarında genişlemeye ve bu bağlamda Türkiye'ye muhalefet çok artmış durumda. Bu ortamda Türkiye'de kamuoyunun yaklaşık dörtte üçünün AB'ye güvenmemesine rağmen, yine de yaklaşık yarısının üyelikten yana tavrını koruması şaşırtıcıdır. Bunun yegane izahı halkın, katılım sürecinin Türkiye'ye hem zenginleşme, hem de özgürleşme açısından çok şey kazandırdığının bilincinde olmasıdır.
Ne var ki, AB'den gelen olumsuz sinyaller AB mutabakatını iyice zayıflattı. 2005'ten sonra yaşanan askeri ve yargısal
darbe girişimlerine cesaret veren esas etken de bu oldu. Ne var ki, Anadolu'da yükselen yeni elitlerin ve liberal-eleştirel söylemleriyle entelektüellerin verdikleri destekle, Türkiye demokratikleşmeye devam ediyor. AB desteği sürüyor olsaydı, Türkiye'nin
Kopenhag Kriterleri'ni çok daha büyük bir kararlılıkla yerine getirmesi beklenebilirdi. Ne var ki, AB'nin Türkiye üzerindeki yumuşak gücünü (yani
model olma niteliğini) çok büyük ölçüde yitirmiş olmasına rağmen, son anayasa değişiklikleriyle ilgili
referandum sonuçlarının ve son ilerleme raporunun tanıklık ettiği üzere, Türkiye AB teşviki olmadan da demokratikleşmeye ve modernleşmeye devam edebiliyor.
Evet, belki Britanya eski dışişleri bakanı
Jack Straw haklıdır; bugün AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı, Türkiye'nin AB'ye olan ihtiyacından fazla olabilir. Ama eğer
Ankara gerçekten dış
politikada temel hedefinin AB üyeliği olduğuna inanıyor, üyeliğini AB'nin sorunlarına çözüm olarak görüyorsa, pekala özgüvenle davranabilir, üyelik müzakerelerinin tıkanmasını önleyecek, başta Britanya ve
İsveç olmak üzere Türkiye'ye destek veren AB üyelerinin elini güçlendirecek adımları atabilir. Yani Cumhurbaşkanı Gül'ün söylediklerinin aksine, Ankara'nın (yapabileceği "jestler") atabileceği adımlar kesinlikle vardır: Bazı limanlar Kıbrıs Rum gemilerine açılabilir, Kıbrıs'tan bir miktar asker geri çekilebilir. Bu adımlar her bakımdan Türkiye'nin lehine olur.