Otuz yıl önce, New York’ta, bir
Aralık gecesi, sırtına saplanan dört kurşunla dünyamızı vakitsiz terk etse de, sakin ama sorgulayan sedası kubbemizde baki kalan Liverpoollu o
işçi çocuğunun, her halkı, her bireyi askerlikten soğutabilecek o
şarkısını dinliyorum şimdi. “I don’t wanna be a soldier,
mama, I don’t wanna die” diyor John Lennon. Bir “vicdani ret” çağrısı değil bu; daha eksik, daha temel, daha kuvvetli bir yakarış.
“
Asker olmak istemiyorum anne, ölmek istemiyorum” diyen her çocuk, illaki “susmayı reddeden” bir vicdana sahip olduğu için değil zira; “insan” olduğu için bile değil hatta, bizatihi canlı olduğu için de, direnmiyor mu aslında? “Ölmek istemiyorum anne,” içgüdüsel bir yakarış değil mi her şeyden önce; kuvvetini asıl buradan almıyor mu?
Zaten her Türk de aslında asker doğmuyor, öyle değil mi? Her insan gibi, her canlı gibi, her Türk de içinde “Ölmek istemiyorum” diyen bir sesle doğuyor; “Asker olmak istemiyorum” itirafıyla aynı cümlede buluşmaya ziyadesiyle meyyal bir ses bu.
“Her Türk” asker doğmuyor ama her gün “bir Türk,” asker olduğu için ölüyor bu memlekette. Savaştan, söz ediyorum,
evet. Ama cepheden söz etmiyorum; çatışmadan, operasyondan, baskından, hatta pusudan bile söz etmiyorum.
Kışladan
ölüm haberleri geliyor her gün. Kalpleri ne söylerse söylesin, gururlarının sesi daha yüksek çıktığından belki, anneleriyle “Beni merak etme; çabucak döneceğim” diye vedalaşıp, birliğine teslim olurken daha, tezkere için gün saymaya başlamış çocuklar ölüyor her gün. Nöbet tutarken vuruluyorlar; yatakhanede ölü buluyorlar onları; atış talimi sırasında
hedef oluyorlar. Ölüyorlar; “eğitim zayiatı” diye not düşülüyor. Öldürülüyorlar; “
intihar etti” deniyor onlar için.
Hemen her gün, kışladan bir “
şüpheli ölüm” haberi geliyor yazı işleri masamıza. Dün sabah toplantısında Yurt Haberler Müdürümüz
Oktay Özilhan, biri Isparta’dan, diğeri Menemen’den iki “kara şüphe”yi almıştı gündemine.
Isparta’da iki aylık asker Uğur Koç, “eğitim sırasında vücuduna isabet eden kurşunla” ölmüştü. Sorgusuz, sualsiz, hesapsız; “öldü” demişlerdi, o kadar, “eğitim zayiatı!”
İzmir Menemen’deki 57.
Topçu Tugay Komutanlığı’nda ise, er Bilal Çıplak, kanlar içinde bulunmuştu. Çenesinden girmişti kurşun. Elbistanlıydı Bilal; “intihar” demişlerdi, o kadar.
Sonra öğlen toplantısında Mehmet
Baransu, elinde Caner
Bahar’a ilişkin belgelerle geldi masaya. Caner’i hatırlıyorduk; Kastamonu’daki
Bozkurt Karakolu’nda askerliğini yaparken ölmüştü, haber yapmıştık. Onun için de “intihar” demişlerdi. Sol tarafından,
kulak hizasından vurulmuştu Caner. Solak değildi oysa. Babası, morgda oğlunun bedeninde iki ayrı merminin izlerini görmüştü.
Baransu,
soruşturmaya ilişkin yeni ayrıntılar öğrenmişti bu kez; askerlerin tanıklıkları, morgdaki fotoğraf çekimi ve olay yerinde bulunan kovanların sonradan değiştirildiği bilgisi, Caner’in ölümünü büsbütün “karanlık” kılıyor. “İntihar etti” açıklamasına inanmayan, hakikatin kendilerinden gizlendiğini düşünen Bahar
ailesi, oğullarını yitireli tam yirmi iki ay oldu ve soruşturma sürüyor.
Dün “kışlada ölüm” haberleri mesaimiz Caner’le kapanmadı... Birinci sayfayı hazırlarken, bu kez Dış Haberler Şefimiz Zeynep Mertoğlu Oğur,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son kararını getirdi.
AİHM, Tunceli’de askerlik yaparken 2003’te ölen ve ailesine “intihar ettiği” bildirilen
Mevlüt Baysan’la ilgili başvuruda
Türkiye’yi haksız bulmuştu. İddia, Mevlüt’ün “depresyonda olduğu ve arkadaşının yerine
nöbet tutmak için aldığı silahla kendini vurduğu” idi. Aile buna inanmamış ama tüm çabasına rağmen, hakikati de bulamamış; memleketin adaletinden umudu kesince de AİHM’e gitmişti. Strasbourg’daki
mahkeme, “Türkiye yetkililerinin Mevlüt Baysan’ın ölümüyle ilgili olarak etkili bir soruşturma yapmadıklarına” hükmetti dün ve Ankara’nın Baysan’ın ailesine 39 bin
avro tazminat ödemesini kararlaştırdı.
Bugün birinci sayfamızdaki “Kışlada intihar cinayetleri” başlığı, böyle bir gündemden süzüldü işte... Bu başlık yüzünden, bu haberler yüzünden, şu anda okuduğunuz bu yazı yüzünden bizi, “Halkı askerlikten soğutmak” suçundan yargılarlar mı bilmiyorum... “Halkı ölümden soğutmak” diye bir suç olmadığını biliyorum ama. Oğullarını orduya emanet eden ana babalara, “Eğitim zayiatı” diye, “İntihar etti” diye
rapor vermeyi alışkanlık haline getirenlerin hıyaneti sürdükçe, bu memleketin oğullarının içinde, ezgisi ve sözü nasıl olursa olsun, özü “Asker olmak istemiyorum anne, ölmek istemiyorum” diyen bir şarkı taşıyacaklarını biliyorum.