Gece... Sanki
halk nüfus yoğunluğunu biraz daha arttırarak bir bölgeye yığılmış. Sokaklar polisler ve
demir bariyerlerle kesilmiş. Anlıyoruz ki büyük ve uzun bir kortej olarak “
Cadılar Bayramı”nı kutluyorlar.
Cadılara taş çıkartacak
giyim kuşam ve makyajlara rastlıyoruz. Sanki sokağa dökülen tüm insanlar “Cadılar Bayramı”nda en afili cadı olma yarışında...
Her fotoğraf karesi
poster olacak bir nitelikte.
Kilometrekareye düşen 3 bin 500 kişiyle, nüfus yoğunluğu bakımından dünyada ilk sırayı alan Hong Kong’dan söz ediyorum.
***
Sabah Tokyo’ya yollanmadan önce bir fırsatını bulup otelin yanı başındaki göl kıyısına gidiyorum...
Sağlıklı ve çok uzun
yaşamak isteyen, kendiyle barışık, yaşam kıvancı yüksek bir halk ile karşılaşıyorum.
Yan yana dizilmiş turist bekleyen kayıkçılar,
gönüllü ve amatör koroların temrinleri, su dansını izleyen ahali, farklı noktalarda yerlere su ile her
baba yiğidin harcı olmayan Çin kaligrafisi yazan birkaç kişi...
Kulağında telefonla konuşurken, ayakkabılarını çıkarmış ve boştaki eliyle de abandığı iri gövdeli ağaca vura vura elektriğini boşaltacağını sanan
yaşlı kadın...
***
Hafta arası Çin halkıyla göl gezmesi yaparken gözüm o çok sempatik Çin çocuklarından birinin pantolonuna takılıyor...
Pantolonun arkası yırtmaçlı.
Meğer çocukların çişi gelince çömelip rahatça çişlerini yapsınlar diye pantolonların arakası yırtmaçlıymış...
***
Alfabelerinde
harf bulunmayan, her şeyi resimlerle anlatan Çinliler görsel insanlar.
Yaşamı gözleriyle tanımlıyorlar. Bize eşlik eden arkadaşımız bununla ilgili güzel bir hikâye anlatıyor:
Kendilerine yardımcı olan Çinli kadın onca ısrara rağmen bir türlü pişirdiği
pilavlara tuz ve yağ koymuyormuş.
Sözel ricalara bir türlü
kulak asmıyormuş.
Sonunda işin kolaylığı göstermek için, pilav pişirdiği bir sırada, biraz da kızarak sertçe bir tutam tuzu alıp hızla pilava serpmişler.
Zaman içinde bakmışlar ki Çinli kadın, bir adım geri çekilip, sertçe ve kızgınca, onların gösterdiği bir biçimde pilava tuz serpiştirmekte...
***
Daha fazla kalamadan otele oradan da Tokyo için havaalanına yollanıyoruz.
Japonya uçağına biraz zamanımız var.
Ortalıkta çerezlerle tanışmaya uğraşırken “kavrulmuş bezelye” ile rastlaşıyoruz.
Bizdeki fındık
fıstık familyasının aristokrat bir üyesi gibi...
Tahminlerden öte bir lezzeti sahip.
***
Son durağımız Tokyo’da ise karşımıza huzurlu ve güler yüzlü bir
toplum çıkıyor.
Aşırı yoğun nüfusun hissedilmediği, sakin,
temiz ve düzenli bir
kent.
Tarımcılığın yetersiz olduğunu, süt ve mamullerinden yararlanamadıklarını, sokakları gez
erken bile fark edebiliyorsunuz.
Küçümen bedenleri, cılız bacakları ve içe basan yürüyüşleriyle kendine has bir ırk... Ama
genç kuşaklarda bu yapı değişmeye başlamış...
***
Buralarda hayat işten ibaret... İşini kaybeden sanki hayatı da kaybediyor. Yılda otuz bini aşkın intihara sebep olan
facia da, daha çok işsizlik veya başka bir nedenle toplumun dışında kalma endişesinden kaynaklanıyor.
İş yaşamı, yaşam işi şekillendiriyor...
İşe sadakatin esas alındığı geleneksel yapı ile daha yaşama dönük,
modern yapı çatışıyor gibi olsa da, eski anlayış epeyce ağır basıyor...
Çok özgür bir yaşam süren gençlerin bu rahatlığı, iş yaşamı ile birlikte son buluyor; toplumsal
baskı kendini fazlasıyla hissettiriyor...
***
Adına bir de Champs-Elysee eklenen zengin ve şık bulvarda salınırken bir ara Amiral
Togo tapınağına da uğruyoruz.
Pek kimseler yok... Biraz daha sakinlik ve huzur solumak için bahçeye yollanıyoruz.
Genç bir anne,
küçük erkek çocuğunu kucağına almış havuza ekmek attırıyor.
Havuzda epeyce irileşmiş rengârenk sazanlar var. Renkleri çok albenili... Ağızlarını kocaman açıp küçük çocuğun attığı ekmekleri paylaşıyorlar.
Japonya’da “sazan” erkek çocukların da simgesi...
Aileler erkek çocukları olduğunda evlerinin tepelerine sazan balığı afişi asıyorlar.
Ve bunu çocuk üç, beş ve yedi yaşlarına geldiğinde tekrarlıyorlar.
***
Hızlı ve ayaküstü Uzakdoğu gözlemlerim çok derinleşemeden son buluyor.
Buralara daha fazla bakmanın ve buralarla çok daha fazla ilgilenmenin gerekliliğini daha iyi anlıyorum.
Son gece,
estetik ve modern
büyükelçilik binasının ünlü mimar Kenzo Tange’nin yaptığını öğrenmem de gezinin bir başka sürprizi oluyor.
***
Bu yazıyı buranın saatiyle gece iki buçukta yazıyorum.
Türkiye’de ise akşamüstü yedi buçuk.
Uluslararası Olimpiyat Komitesi, yarışmalardaki görünmez adaletsizliklere yol açmamak için saat farklarını ciddiye alarak önemli kurallar getirmiş.
Her bir saat farkı için sporcuların bir gün erken o ülkeye gitmelerini mecburi kılmış. Çünkü
vücut bir saatten fazlasını içselleştiremiyormuş...
Biz bu kuralların gereğini yapamayacak kadar az kalıp buradan ayrılıyoruz.
***
Ama gereğini yapanlar var...
Bizim yolcuk öncesinde
voleybol kız takımımız Sırbistan’la karşılaşıyor.
Onların galibiyetini
izleme şansına da erişiyoruz böylece.