Farkında mısınız, şu "Çılgın Türk" yine döktürüyor.
Gazetelerde sayfalar boyu söyleşiler... Bu ilgi karşısında iyice coşmuş olmalı ki, Tek Parti devrinde "Sansür hiç olmamıştır." sözlerini bile döktürebiliyor. "Sansür hiç olmamış",
evet aynen böyle diyor
Turgut Özakman (
Cumhuriyet, 28
Ekim 2010).
Ben de diyorum ki, Cumhuriyet'in ilanından sadece 5 gün sonra, 3
Kasım 1923'te çıkarılan
Basın Kanunu'na denk bir maddeyle Cumhurbaşkanı hakkında basında çıkacak olumsuz görüşlerin 3 aydan 3 yıla kadar cezalandırıldığını neden yazmıyorsunuz?
Tabii ki, Cumhuriyet'in olumlu yönlerini belirtelim, onun fazilet olduğunu söyleyelim ve
Mustafa Kemal Atatürk gibi bir büyük siyasî zekânın kurucu rolünü üstüne basa basa belirtelim. Lakin basına yönelik ilk
baskının Cumhuriyet'in ilanından 5 gün sonra başladığını da gözlerden saklamayalım.
Genellikle zannedilir ki, Cumhuriyet kurulur kurulmaz hemen Tek Parti yönetiminin
demir ellerine teslim edilmiştir. Yanlış. Tek Parti düzenine geçiş, yaklaşık bir buçuk yıl alan sancılı bir süreçtir.
Öte yandan yine zannedilir ki, Cumhuriyet ideolojisi hemen 1923'te oluşmuştur.
Hayır. Bu ideolojinin biçimlenmesi için 1930'ların başlarına kadar sabretmemiz gerekecektir. Mesela 1930'lara kadar ilk ateşi, İzmir'e çıkan Yunanlıların açtığı yazılırdı
ders kitaplarında. Fakat sonradan Yunanlılarla aramız düzelince ilk kurşunu Yunanlıların değil, Hasan Tahsin'in attığı yazılmaya başlandı.
1923'te
Meclis içinde bir muhalefet mevcuttu. Henüz partileşmemişti ama İkinci Grup olarak en azından
iktidar partisine zaman zaman eleştirilerde bulunabiliyordu. 1924 Kasım'ında bu grup partileşecek ve başkanlığını Kâzım
Karabekir'in yaptığı Terakkiperver Cumhuriyet Partisi olarak anamuhalefet partisi sıralarına oturacaktı.
Anlayacağınız, 30 kadar milletvekiliyle iki partili bir meclisi iyi kötü 1925 Haziran'ına kadar sürdürdük. Bu tarihte Meclis fiilen kapatılmıştı.
Türkiye,
Bakanlar Kurulu'nun 9 üyesinin imzasıyla yönetiliyordu. Nitekim anamuhalefet partisi de Bakanlar Kurulu'nun kararıyla, daha doğrusu emriyle kapatılacak ve Türkiye, Meclis'te bir muhalefet partisini görebilmek için 21 yıl daha sabırla beklemek zorunda kalacaktı.
Adeta liberal
demokrasinin kıpırdanışları diyebileceğimiz bu ilk bir iki yıllık macera eğer kesintiye uğramadan sürdürülebilseydi, Türkiye
halkının demokratik olgunluğa varışı bu denli gecikmez, 1950'de demokrasiye geçildikten sonraki hazımsızlık, "Bu memleketi artık Hasolarla Memolar mı yönetecek?" kepazelikleri neşv ü nema bulamazdı. (Malum, bunun şimdiki karşılığı, "Göbeğini kaşıyan adam" oluyor.)
Yalnız Meclis mi devre dışı bırakıldı 1925'te? Ana Muhalefet Partisi'nin yanı sıra onlarca
gazete ve
dergi Takrir-i Sükûn Kanunu'nun İsmet Paşa hükümetine tanıdığı olağanüstü yetkilere dayanılarak kapatıldı. Emir demiri keserdi ne de olsa. (Bu arada Takrir-i Sükûn Kanunu'nun ders kitaplarımızda neden Türkçeleştirilmeden verildiğinin sebebini de anlamışsınızdır umarım. Anlamı kısaca şudur: "Susma Yasası!" Herkes susacak ve aleyhte konuşan olursa hükümetçe yakalanarak
İstiklal Mahkemesi'ne teslim edilecek. Artık ellerinden kurtulabilirsen kurtul.
Bakın Kâzım Karabekir "Günlükler"inde o günlerde basına yapılanları şöyle anlatıyor:
"6
Mart 1925
Cuma:
İstanbul'da kapatılan gazeteler: "Tevhid-i Efkâr", "Son Telgraf", "İstiklal", "Sebilürreşad", "Orak Çekiç", "
Aydınlık". Trabzon'da "İstikbal", Adana'da "Sayha".
12 Mart: İstanbul'da ve taşrada bazı gazetelerin neden kapatıldığı hakkında [Terakkiperver Parti milletvekili]
Rüştü Paşa'nın makul sorusuna İçişleri Bakanı'nın cevabı: "Sorma."
16 Mart: Bakanlar Kurulu kararıyla süresiz kapatılan gazeteler: İzmir'de "Sada-yı Hakk", Trabzon'da "Kahkaha", Afyon'da "İkaz", İstanbul'da Fransızca "Presse de Soir".
16
Nisan: "Tanin" gazetesi süresiz kapatılmış. Sorumlu müdürleri
Ankara İstiklal Mahkemesi'ne verilmiş. Sebep de "İstanbul Terakkiperver Parti şubelerine baskın" yazısıymış.
20 Nisan: Meclis'in 6 ay tatili hakkında verilen tasarıya partimiz
itiraz etti ama çoğunlukla geçti.
3 Haziran: Ne garip, hükümet partimizi kapatmış. 4'te anladık."
Bence Cumhuriyet'in kırılma noktası Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasıdır (3 Mart 1925). Normal bir 20. yüzyıl cumhuriyetinin evrilmesi gereken nokta olan ve emekleme çağında bulunan demokrasi, 1925'te inen Takrir-i Sükûn darbesiyle ortadan kalkmış ve demokratik damardan hiç de az bir süre olmayan 21 yıl boyunca kan akmasına izin verilmeyince, halkın taleplerinin merkeze ulaşması engellenince ortaya, Sabiha Sertel'in deyişiyle giderek katılaşan bir "diktatoryal" rejim manzarası çıkmış, bu da var olan siyasal ve toplumsal sorunların giderek arapsaçına dönmesine yol açmıştır.
İsmet Paşa'nın damadı Metin Toker bile Takrir-i Sükûn Kanunu'ndan sonra Türkiye'de beliren havayı bir "
mezar sessizliği"ne benzetmekten alamamıştır kendisini. Öyle ki, gazetesi kapatılan ve Sinop'a
sürgün edilen Hüseyin Cahit Yalçın, bu uygulamalar karşısında
sansürü aradıklarını, hiç değilse sansürde ne yazılmayacağını ve yazdıkları zaman başlarına ne geleceğini bildiklerini söylüyordu.
1949'da
CHP milletvekili
Behçet Kemal Çağlar'ın
TBMM kürsüsünden yükselen şu acı haykırışını duyalım artık:
"Demokrasiyi bir ortaoyunu halinden çıkarmak, sahiden tatbik etmek zamanı gelmiştir. İnkılâp yaptık, milleti harbe sokmadık diye, halkın
altın heykelimizi dikeceğini
sandık. Ferih, fahur demokrasiye başlayalım dedi, baktık, halk bizi sevmiyor. Demokrasiye gitsek biz kalamayız. İkisinin ortasında bocalıyoruz." (22 Ocak 1949)
Bütün meselemiz, demokrasiyi orta oyunu olmaktan çıkarmaktır.