Taklit Eiffel Kulesi’ne
bakan Tokyo’daki geçici “tarassut kulem” olarak kullandığım
otel odamdan gelişmelere bakıyorum. İstanbul’da ağır sis... KCK davasında “
ana dil” gerilimi...
Dünyada peş peşe düşen uçaklar...
CHP’deki
kavga...
Yargıtay Başsavcısı’nın kararıyla
Önder Sav ve ekibinin CHP Genel Merkezi’ni boşaltmasından sonra
Taraf Gazetesi’nin ünlendirdiği “balıkçının” iki ay önce söyledikleri şimdi daha çok önem kazanıyor.
“
Balıkçı” ne diyordu:
“CHP içinde
Türkiye’nin
Kürt sorunu, asker sorunu gibi ağır yüklerinden kurtulmasına karşı duran bir
ekip olduğu açık. Bu ekip
Önder Sav ismiyle temsil ediliyor.
Ankara ve İstanbul’da yürütülen temaslarla amaç 12 Eylül’de çıkacak muhtemel bir ‘Evet’in CHP’de Önder Sav ve ekibinin tasfiyesi. Kılıçdaroğlu liderliğinde ve Gürsel Tekin’in daha güçlü olduğu bir
yönetim anlayışıyla özellikle Kürt barışına pozitif yaklaşan yeni bir CHP kurulacak.”
***
Türkiye CHP’yi tartışırken
Devlet Bakanı Zafer
Çağlayan’ın heyetindeki ihracatçı işadamları arasında “kur” tartışması da canlı bir konu.
Zafer Çağlayan Hong Kong’da konuyla ilgili şu tespitleri yapıyordu:
“Ben,
ithalatın üzerimizdeki baskısından söz ediyorum.
Sektörün içinden gelen biri olarak görüyorum. 100 bin dolar, Haziran ayında 160 bin liraydı. Bir hafta, 10 gün öncesine kadar 140 bin liraya, 138 bin liraya düştü.
Bu durumda en fazla ithalatı artan sektörler otomotiv ve
makine. 100 bin dolarlık makineye Haziran’da 160 bin lira ödeyenler ki o tarihte Türkiye’de üretilen aynı makine 150 bin liraydı. Bugün ithal makine 128 bin liraya getiriliyor. İthal arabalar için 3-4 ay süre veriliyor. İlk 9 ayda ithal edilen otomobil, geçen yılın toplamına erişti. Bundan sonrası açığa yazıyor.”
***
Görünürde tartışılan “kur” ama aslında konuşulan “
büyüme stratejisi”.
Hükümet, en azından seçime kadar ithalata dayalı, iç talep eksenli bir
ekonomik modeli netleştirerek konuyu kendi açısından kapadı.
Ama Türkiye açısından konunun tartışılmasına büyük ihtiyaç var.
***
Mesele kur değil, üretilen ve
ihraç edilen mallardaki “katma değer” oranı.
Katma değer oranı yüksek mallar açısından ne kadar fukara olduğumuzu, içerdeki yüksek volümlü siyasal propagandanın manyetik alanından tamamen kurtulup, yurtdışından Türkiye’ye
teknik bir gözle bakınca çok daha iyi anlıyorsunuz.
Örneğin
Japonya ile ekonomik ilişkiler...
Adeta kapı kapı dolaşıp dış satımı artırma yolları arayan Zafer Çağlayan’ın saptaması durumu saydamlaştırıyor:
“İstanbul’da Japon İş Konseyi var.
Japonya 550 milyar dolar ithalat yaparken, bizim bu ülkeye ihracatımız 250 milyon dolarsa, ben bunun kabahatini Japonlarda ararsam hata yaparım.”
Türkiye, Japonya gibi yıllık üretimi 5,5 trilyon dolar olan ülkeye neredeyse hiçbir şey satmıyor.
Buna sadece kur meselesi olarak bakılabilir mi?
***
Aslında Bakan Çağlayan’ın görüşmeleriyle ilgili verdiği bilgiler, görmek isteyenler açısından resmi berraklaştırıyor:
“İkinci
nükleer santralle pek çok
firma yakından ilgileniyor. Gittiğim her yerde işadamları benimle nükleer santralle ilgili görüşmeler yaptılar. Sadece Japonlar değil,
Amerikan,
Kanada, Çin ve Hong Kong firmaları da nükleer santralle çok ilgililer.
Toshiba yöneticileri de nükleer santral işine girmek istediklerini bana ifade ettiler.”
Türkiye ise ithalat standartları çok yüksek olan Japonya’ya birkaç adet
greyfurt satabilmek için birkaç yıl uğraşmış.
Türkiye’de nükleer santral yapmak isteyen yabancılar ile Japonya’ya greyfurt satmakta çok zorlanan Türkiye...
***
Büyüme ve
kalkınma stratejisi, Japonya’yla olan ekonomik ilişkiler üzerinden okunduğunda, “kur konusunun” temel sorunları görme açısından bir “perdeleme” yaptığı anlaşılmakta...
Bunu nasıl aşabiliriz?
Greyfurt ve nükleer santral arasındaki eşitsiz mübadeleye bakarak...
Japonya’ya neden hiçbir şey satamadığımızı sorgulayarak...
Katma değer üretimindeki yetersizliği göz önünde bulunduran stratejileri tartışarak...
Kısacası sürekli olarak arı ve duru bir suda beyinsel bir yıkanmadan geçerek...