Çocuklukla
gençlik arasında bir yerlerde, mutlaka kendini para kazanmaya ehil görüp, kıyısından köşesinden ticaret hayatına atılmaya teşebbüs etmişizdir; böyle denemeler başarısızlıkla sonuçlansa bile faydası kesindir ve insana para kazanmanın hiç de kolay bir şey olmadığını öğretir.
Ne var ki ticaret yaparak para kazanmanın, birazcık genetik yatkınlık gerektirdiğine inananlardanım ben; tersini gösterir misaller elbette çoktur ama meselâ diyelim ki memur çocuğundan kolay kolay iyi ticaret erbâbı çıkmaz. Hevesle ticarete atılıp tez zamanda iflas bayrağını çeken acemi tâcirlerin önemli bir kısmı bana hep memur evlâdı gibi gelir.
Hemen kağıda kaleme sarılıp itiraza geçmeyiniz lütfen; burada iktisat kitabı yazmıyoruz; iktisat kültürü araştırması da yapmıyoruz, sadece yârenlik ediyoruz ve yârenliğin ilk şartı, -doğru olsa da olmasa da- genelleme yaparak konuşmaktır!
*
Misâl bizim çocuklar; bunlar henüz ilkokula filan gidiyorlar; nereden görüp heves ettilerse
akşamleyin bir terâne tutturuldu, "Bana
sermaye ver; falan arkadaşım
sakız satıyor, şu kadar para kazanmış, ben de sakız satabilirim pekâlâ!"
Başıma geleceği biliyorum ama ilerde "Ben
Vehbi Koç olacaktım ama babam bırakmadı" demesin diye bile bile lâdes oldum. Gidip toptancısından bir kutu sakız aldım.
O akşam sakız kutusuna kimseyi dokundurtmadılar; çünkü sermâyeleri oydu; satıp para kazanacaklar, sonra o parayla iki kutu sakız alıp onları da satacaklardı, sonra dört kutu sakız alacaklardı ve kim bilir ne kadar para kazanacaklardı...
Üç-beş gün geçti; bir akşam, mâsum ticari işletmemizin genel kurulunu topladım. Durumlar pek iyi değildi galiba. Ortada yarım kutu sakızla, yarım kutu sakız etmeyecek kadar da para vardı.
Bizimkiler önce bütün komşulara, akrabalara, nazları geçen herkese döne döne yalvar-yakar sakız satmışlar ve alıcı piyasasının burnundan getirmişlerdi. Kendi emsâlleri bazı arkadaşları ise hiç utanıp arlanmadan bizimkilere ufak çapta veresiye takmışlardı ve geriye kalan birkaç tanesini de bizimkiler çiğnemişti galiba...
-Nerede kalan sakızlar diye sorduğumda anneleri, kaplan gibi atıldı;
-Ben çiğnedim, ne olacak? diye gürleyince meseleyi uzatmanın benim açımdan hiç de iyi sonuç vermeyeceğini kestirebildim, dedim ki, "Canın sağolsun hanım, birkaç sakızın lâfı mı olur, sadece sermayeden sakız çiğnemenin iyi bir ticaret olmadığını hatırlatayım demiştim!"
"Sıkıysa hatırlat bakalım" şeklindeki bakışlar, bana tartışmanın sona erdiğini gösteriyordu. Kutunun arta kalanını bizimkiler
ağız tadıyla çiğnediler, ticarete atılıp para kazanma heveslerinden de vazgeçtiler. Annebank nasıl olsa onlara diledikleri kadar finansman desteği sağlıyordu; ticarete, vergiye, stopaja ne lüzum vardı?
*
Çocukların kabahati yok; kabiliyetsizlik babalarından geliyor.
Gençliğimde vardır benim de bir
pazar satıcılığı mâceram. Şöyle oldu: Üst katımızda oturan gençlere takıldım; onların pazar
arabaları vardı. Sermayeye ortak oldum.
Sabahın köründe
sebze hâline gidip bir araba dolusu domates,
patlıcan, biber aldık. Sonra hilâfsız 5 km arabayı iterek pazar yerine getirdik. Tamam, çocukluktan biraz
bakkal çıraklığı tecrübem var ama tezgâhtarlık ayrı bir uzmanlık işi. Ne kadar heveslensem de "Domateeez" diye bağıramıyorum bir türlü.
Neticede sermayemizin yarısından çoğu, akşam üstü saatlerinde elimizde kaldı. Yolda haylicesini sandığıyla aldığımız fiyata devrettik. O günün kazancı yarım
kasa domates oldu.
Ne domatesti ama; iri iri, yarınca domur domur olup da üstüne
kaya tuzu ekerek ekmekle haşır-huşur yenilen o iri ve hormonsuz domateslerden...
Ticari hayatım o gün başlamıştı; akşamleyin sona erdi. Rahmetli annem, "Biz seni pazarcı olasın diye Mülkiye'ye yollamadık; hevesini aldın, bu son olsun" diye kestirdi attı.
*
Bizim Kâmil Topçu'nun böyle güzel bir ticaret hikâyesi var; anlatmazsam eksik kalır.
Tafsilâtını unuttum. Kâmil'in çocuklukta en yakın arkadaşı bir
ayakkabı boyacısı. Tatil günlerinde
boyacı arkadaşının yanına takılıyor. Üç
kuruş-beş kuruş demeden ayakkabı boyayıp para kazandıkça Kâmil meseleye iştahlanıyor. Babasına askıntı olmaya başlıyor,
-Babacığım, bana bir ayakkabıcı sandığı alsana; çarşıda gördüm. Öyle süslü öyle güzel, öyle sarı kapaklı şişeleri var ki bayılırsın. Arkadaşımın sandığı kırık dökük olduğu halde yevmiye şu kadar para kazanıyor. Ben o sandıkla paraya para demem vallahi...
Babadır; duruma şöyle bir bakıyor. Ertesi gün Kâmil'in elinden tutup çarşıya götürüyor; o fiyakalı boyacı sandıklarından bir tane alıyor; hani o üzerinde
İstanbul manzaraları olan pirinç kaplamalı sandıklardan...
Kâmil hayatının işini bulmuşcasına yükleniyor sandığı; boya, cilâ, badem yağı, sünger, kadife, fırça tedârikledikten sonra ertesi sabah hevesle omuzluyor sandığı.
Tam bir hafta. Kâmil her biten günün sonunda para kazanmanın, ayakkabıdan çamur kazımanın, müşteri beklemenin, ayakkabı boyatmaya niyeti olmayan adamların boyasız pabuçlarını kollayarak, "Boyayalım mı abi?" diye müşteri aramanın ne demek olduğunu öğreniyor.
O cumartesi, canından bezmiş, bıkkın bir suratla sandığı omuzlayıp kapıdan çıkarken omuzuna bir el dokunuyor. Dönüyor, babası,
-Bak oğlum diyor. "Arkadaşına heves ettin, boyacı olacağım dedin, bir şey demedim, fakat senin arkadaşın boyacılık yaparak evine ekmek götürüyor, ailesini geçindiriyor; sen ise, bilemedin sinema harçlığı peşindesin. Artık bu işi bırakmanın zamanı gelmedi mi?"
Kâmil babasına bakıyor; sevinse mi üzülse mi kestiremiyor. Babası diyor ki,
-Şimdi sana yakışanı yap; bu sandığı götürüp arkadaşına
hediye et, tamam mı?
Öyle yapıyor Kâmil!
*
Kâmil'e dedim ki, "Vermeseydin sandığı; mesleğe devam etseydin; şimdi kimbilir nasıl köşeyi dönmüştün?"
Gülüştük.