İnsan ve hayat


Bizde "İslamcılık", bir modernite projesi gibi literatüre geçti. İslam'a bağlılığın sonucu ve verimi olarak bir hayat görüşüne sahip bulunmak şeklindeki genel mânâ üzerinde hemen hiç durulmadı desek yeridir. (Entelektüel alaka olarak durulmadı.) Acıları, sevinçleri, başarıları, bunalımları, varlıkları-yoklukları nasıl karşılarsınız? Aileden, dostluklardan, kadından, çocuktan, insandan, hayattan anladığınız nedir? Akıl, vicdan, bilgi, sevgi, mutluluk, hürriyet, irade, kader, sorumluluk, şuur, gelişme, değişim, ölüm bahislerinde ne düşünüyorsunuz? Bir bütünlük ifade ediyor musunuz, etmiyor musunuz? "Bütünlük" kavramının; sanatın, üslubun, hayat tarzının, eserin, yazının, kitabın, okumanın yeri nedir? Daha yüzlerce soru sorulabilir. Bunlara cevap aradık mı, aramadık mı? "Ahlâk" kavramının geniş mânâsı üzerinde acaba ne kadar durduk? Üst kimlik (insan kimliği) ile diğer kimliklerimiz arasında ne gibi münasebetler olmalıdır? Şahsiyetlilik nasıl tezahür eder? "Hakikat, denge, metot, farklılık, ifrat-tefrit-itidal" konularında ne kadar kafa yorduk? Modernitenin İslamcılığından önce bu alanda ne vardı, sonra neler var oldu? Böyle bir mukayeseden çıkan sonuçlar ne gibi tutarlılık ve çelişki delaletlerine sahiptir? Bundan tarihi dönemler itibarıyla yapılacak bir değerlendirme kapısı açarsak nerelere varırız? Ben bunların yeterince düşünüldüğü kanaatinde değilim. "Düşünce" üzerinde de yeterince düşündüğümüzü sanmıyorum. Biz genellikle, bir başka şeyi tenkid edip bir başka şeyin üzerine kapaklıyoruz; yanlış örtüşmelerin meydana getirdiği kaos karşısında da, arayış bunalımlarımızı daha da artıran büyük sıkıntılara maruz kalıyoruz. "Yanılmışız" diyoruz, olmuyor. Kendimizi yahut başkalarını suçluyoruz, olmuyor. İnsan kendinden başlamazsa bir yere varamaz. Nasıl nefsini "bil"men önemli ise; eleştirmen de aynı derecede önemli. Canlılığı, sıcaklığı, gerçekliği, en yakın tecrübe imkânlarını yaşatabilen kendi varlığı üzerinde hissedemeyen kişi; her gün, her saniye dış gözlem ve çaba peşinde koşsa ne olacak? Bütünlüğünü kurup koruyamayan ve o suretle kazanılabilecek gücü elde edemeyen bir insan, bir kavramlar denizine dalıp da neyi çıkaracak? Fazlaca derinleşir gibi olduğunda vurgun yeme riskinden nasıl kurtulacak? Siyaseti bir tarafa bırakın. "İnsan ve hayat" meselesinde ne kadar var olabildik? Attila İlhan "Batı ahlâkı bize uymadı. Dinî ahlâk ortaçağda kaldı. Bu boşluğu millî ahlâk ile dolduramadık." diyor. Peki "millî ahlâk" dediğin kavram, dinle alâkasız olarak nasıl üretilecek? Meselelerin özlerine eğilmiyoruz. Cazip gelmiyor, kârlı, verimli görünmüyor, prim yapmıyor, itibar sağlamıyor. Her dönemin kendine has bir "modacı ifrat" ideolojisi var ve bunun entelektüel (çoğu zaman bürokratik) basıncına karşı koymak göze alınamıyor. Bundan dolayı da, kendi kısır çelişkiler dialektiğimizi gündem oyunlarının ambalajıyla süsleyip püslemenin ötesine geçemiyoruz. Uyarılardan-işaretlerden mahrum muyuz? Kabul etmem, değiliz. Ama, onları anlar görünüp de anlamamayı, anlama cehdinden ve sorumluluğundan uzak kalmayı; akıllılığa (kalbiyle akletmeye) adeta düşmanca bakan bir kestirme yol kurnazlığı ile yetinmeyi; gündem oyunlarının rüzgârından faydalanmak uğruna daha uygun buluyoruz. Mahcup, örtülü, oyunlu, oyalı bir bencilliği; her şeye, her imkâna, her nasibe rağmen sürdürüyoruz. "Ne olur, sarsmayın beni!" çocuksuluğunun gizli yakarışlarıyla sürdürüyoruz. Beyhudelik hissinin sübutuna rağmen bir nedamet ve cesaret hamlesinin doğamaması, belki de çağın, en çok bize vurup yansıyan en yaman paradoksudur. "Fikrî-medenî cesaret", aksiyon planıyla kıyaslanamayacak kadar büyük bir yürek ister. Sevgiyle, sevdayla, aşkla dolu bir yürek. Büyük tavırlar, büyük hamleler, büyük yönelişler, büyük jestler, büyük sorumluluk fedakârlığı, ancak oradan doğabilir.

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER