Bir sorunun birbirinden farklı tezahürleri karşısında apışıp kalmamak; farklı tezahürleri farklı sorunlar zannetmemek düzgün düşünmenin alfabesi sayılabilir herhalde.
Son zamanlarda "genişleyen"
türban tartışmalarına baktıkça, bizim "laikçi"lerimizin böyle bir temel yetiden bile yoksun olduklarını düşünmeye başladım.
Farkındaysanız, yasağın farklı alanlardaki uygulamalarına itirazla karşılaştıklarında bir kez daha şoke oluyorlar: "Bu da mı başımıza gelecekti!"
"Gördünüz mü, türbanın
Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne kadar çıkışını meşrulaştırmaya çalışıyorlar!"
"Gördünüz mü şimdi de memurlara baş örtme hakkı istiyorlar."
"İşte şimdi de
ilköğretimde çocuklarını başörtüsüyle okula yollamaya başladılar."
"Farkındaysanız, 2011 seçimlerinde başörtülü milletvekili meselesini yine gündeme taşıyacaklar..."
"Başımıza taş yağacak" dehşetiyle karşılanan bütün bu taleplerin aslında tek bir talep olduğunu, tek bir
yasaktan kaynaklandığını görebilmek neden bu kadar zor?
Ortada tek bir yasak ve tek bir çözüm yolu var.
Türban tartışmasının başından bu yana yazıyorum: Herhangi bir konuda, temelde haksızsanız, ondan sonra o konuda attığınız her yeni adımda, biraz daha batağa batmanız kaçınılmaz olur. Düzeltmeye kalktıkça daha beter eder, tutarlı olmaya çalıştıkça daha tutarsız, daha çelişmeli, daha haksız hale gelirsiniz.
Türban yasağı böyle bir konu. O kadar yanlış, o kadar haksız ki, bu haksızlığın üzerine tutarlı bir "
siyaset" inşa edilemiyor. Yasağın veri kabul edilerek atılan her yeni adım, "geliştirilen" her yeni
politika, durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirip yasağın hukuksuzluğunun teşhir olmasına neden oluyor.
Türban yasağı belasını demokrasimizin başına saranlara açıkça söyleyeyim ki, bu konuda kendi içinizde tutarlı olabilmenizin sadece iki yolu vardır.
Ya, bu yasağı toptan ve her yerde kaldırır, insanların kılık
kıyafet özgürlüklerine hiçbir yerde el uzatmazsınız ya da evlerin dışında her yerde tümüyle yasaklar, böylece Taliban'ın yaptığını tersten yapmış,
Türkiye'yi kocaman bir kadınlar hapishanesine çevirmiş olursunuz. O zaman da bunun siyasi bedelini öder, kurduğunuz rejimin adının konulmasına razı olursunuz.
Bugün Türkiye'nin geldiği noktada, ikinci yolu seçmenin imkansızlığı ortada olduğuna göre, benim "laikçi"lere
tavsiyem, serbesti talebini her duyduklarında bir kere daha şoke olmak yerine, bu gerçekle bir arada yaşamaya bir an önce alışmalarıdır.
Daha doğrusu, bu gerçekten neden bu kadar rahatsız olduklarını kendi kendilerine sormalarıdır.
Açıkçası ben, "ya bizim başımızı da kapatırlarsa" endişesinin samimi olmadığından; çaresizlikten uydurulmuş, aslı astarı olmayan bir bahane olduğundan eminim.
Öyleyle asıl sebep ne?
Ülkenin parlamentosunda başı kapalı kadınlar da otururlarsa, temsili demokrasiye bir şey mi oluyor?
First Lady'nin başı kapalı olunca size ne oluyor?
İlköğretim okullarının kimi sıralarında başı örtülü kız çocukları oturmasının sizin çocuğunuza ne zararı var?
Başörtülüler memur olursa devlet mi batacak?
Bu direncin sebebi ile ilgili olarak birbirinden önemli birçok tahlil yapıldı şimdiye kadar. Onları özetlemeye kalkacak değilim ama meseleye bir de "birey olma" açısından bakabilir miyiz diye düşünüyorum.
Sanıyorum, "başörtülü Türkiye" fotoğrafından bu kadar çok rahatsız olanların kendilerini bağımsız bir birey olarak görememe; onun yerine içinde yaşadıkları
toplumla çok fazla özdeşleştirme; o toplumun ayrılmaz bir parçası olarak algılama diye bir sorunu var. Hele bir de kendini o toplumun dizayneri olarak görünce, ortaya çıkan "
manzara"dan da fena halde etkileniyor.
Evet,
evet... Türkiye'yi kendi dizayn ve dekore ettiği bir mekan /belki de evi demeliyiz/ gibi gördüğü için herhalde; bu "zevksiz" görüntünün de sorumluluğunu duyuyor üstünde. Ele güne karşı rezil oluyor. "Ev"deki başörtülü kadını kedi pisliğini saklar gibi saklamak istiyor.
Hani nasıl, zevksiz bir akrabanız
hediye ettiği vazoyla, bin bir özenle dekore ettiğiniz salonunuzun bütün tadını kaçırır ve bu sizi sinir ederse, aynen böyle hissediyor. Tasarım 1930'larda yapılmış, bir kısım vatandaşa, bu evin asıl sahibi sensin, bu dekorasyonu korumak da senin görevin, bir görgüsüzün gelip de bu düzeni, bu ahengi bozmasına izin verme denmiş. O da bunu öylesine ciddiye almış ki, kendinin "ne olduğuyla" ilgilenmeyi bile bir yana bırakıp bütün enerjisini yaşadığı toplumun "neye benzediği" noktasında yoğunlaştırmış. O toplum medeni görünürse o da kendisini medeni hissedecek. Özgüveni oluşmamış yeni yetme
gençler gibi, üniversiteli gençler arasında başı örtülü genç kızları gördüğünde, burnunda
siyah nokta görmüş gibi oluyor. Hemen o siyah noktaları tek tek sıkıp çıkarmak ya da bir flaster yapıştırıp topundan birden kurtulmak istiyor.
Gençlik dergileri böyle ergenlere "kendini sevmesini, kendisiyle barışmasını" tavsiye ederler genellikle.
Ben bizim laikçilere "bu toplumu sevin, onu olduğu gibi kabul edin, barışın" filan demeyeceğim. Diyeceğim tek şey, "Siz kendinize bakın" olacak.
Çoğunluk başını örtmüş, size ne? Firs Lady'nizin başı örtülü olması sizi neden incitiyor ya da bazı ebeveynler kız çocuklarının başını kapatmak istiyorlarsa bunun size ne zararı var?
Siz bu toplumun bir parçası olmaktan önce bir birey olmaya bakın.
Eminim hem rahat edecek hem de gerçekten "medeni" hale geleceksiniz.