17
Ekim tarihli gazetelerin birçoğu ilk sayfalarında, bir camide tek başına namaz kılmakta olan imamın fotoğrafını yayımladı.
Çanakkale'nin Denizgördü köyündeki, üç yıl önce
Diyanet İşleri Başkanı Ali
Bardakoğlu tarafından hizmete açılan caminin imamı o günden beri tek başına namaz kılıyordu, çünkü köyün nüfusunun tamamı
Aleviydi, ibadetini cemevinde yapıyordu, cami isteyip istemedikleri kendilerine sorulmamıştı.
Türkiye Cumhuriyeti'ndeki otoriter
laiklik uygulamasının saçmalığa vardığının bundan daha güzel bir ifadesi olamazdı.
Otoriter laikliğin ancak aynı ölçüde anlamlı bir ifadesi de muhakkak ki
Yargıtay Başsavcısı
Abdurrahman Yalçınkaya'nın 20 Ekim günü yayımladığı, üniversitelerde
başörtüsü yasağının kaldırılmasına
destek vermeleri halinde Parlamento'daki bütün partiler aleyhine laiklik ilkesini çiğneme gerekçesiyle
kapatma davası açacağını, yani Parlamento'nun kapanmasını ima eden açıklaması oldu.
Laiklik uygulaması ve anlayışının saçmalık raddesine gelmesi, artık bunlardan kurtulma zamanının gelip geçtiğini bütün ülkeye hatırlatması açısından olumlu görülebilir. Bunlar geride bırakmakta olduğumuz "Eski Türkiye"nin kalıntıları. "Yeni Türkiye"nin işaretlerini ise zorunlu din derslerine son verilmesini isteyen
Sünni yazarlar ile üniversitede başörtüsü yasağının kalkmasına destek veren Alevi temsilcileri (
Taraf, 16-17 Ekim) verdi. Otoriter laiklikten kurtulmamız "Yeni Türkiye"nin galebesiyle mümkün olacak.
Türkiye'de uygulanmakta olan otoriter laiklik rejimi, her şeyden önce 19. yüzyılda yaygın olan, dinin (özellikle de
İslam dininin)
modernleşmeyle bağdaşmadığına dair pozitivist anlayışa dayanıyor. Bu anlayış devlete,
toplumu laikleştirme, dini özel alanla sınırlandırma, vicdanlara hapsetme görevini yüklüyor.
Türkiye Cumhuriyeti bu anlayışla, Osmanlı'da başlayan yasaların laikleşmesi sürecini tamamladığı gibi, dini
Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) aracılığıyla devlet tekeli ve denetimine aldı ve dini özgürlüklere kısıtlamalar getirdi: Sufi İslam, tarikatlar yasaklandı, Aleviler yok sayıldı. 1980'lerden itibaren bunlara üniversite öğrencilerine ve kamu işyerlerinde başörtüsü yasağı eklendi. Öte yandan modern bir toplumun ancak tek kültürlü bir toplum olabileceği varsayımıyla, Türkleştirme yanında (DİB yorumuyla) Sünnileştirme politikaları uygulandı. Zorunlu camiler ve zorunlu din dersleri bu uygulamanın ürünleri.
Fransız devriminin bir ürünü olan otoriter laiklik anlayışı, anavatanında bile 19. yüzyılın başında terk edildi, ama bizde tek-parti rejimi ile kuruldu; bürokratik
vesayet rejimi ile yaşatıldı. Bugün Çin ve
Kuzey Kore'yi bir kenara bırakırsak, bu tür otoriter laiklik anlayışı Türkiye'den başka hiçbir ülkede uygulanmıyor.
Denebilir ki 1990'lardan bu yana ve esas olarak son on yılda, otoriter laikliği nasıl liberalleştireceğimize dair öneriler tartışılıyor. Bu bağlamda devletin bütün inançlara eşit mesafede durmasının ortak bir talep olduğu söylenebilir. DİB'i ne yapacağız? Kimi lağvedelim, kimi (benim gibi) özerkleştirelim diyor. Okullarda din eğitimini ne yapacağız? Kimi kaldıralım, kimi (benim gibi) ana-babanın isteğine bağlayalım diyor.
Başörtüsü yasağını ne yapacağız? Kimi toptan ilga edilmesini, kimi (benim gibi)
Fransa modelini öneriyor.
Öteden beri savunduğum Fransa modeli hakkındaki yazıma (16 Ekim)
Ali Bulaç, iki yazıyla (18, 20 Ekim)
cevap verdi ve bu vesileyle öteden beri savunduğu (Anglo-
Amerikan modelini andıran) "İslami model"i ayrıntılarıyla açıkladı. İlgisine teşekkür ederim. Laikliğin nasıl özgürleştirileceği konusunda herkesin önerilerini açıklıkla ortaya koyması şart. Elbette ki sorunları akşamdan sabaha, bir hamlede çözemeyeceğiz; yanlışlar reformlarla, adım adım düzelecek. Son haftada görüldüğü gibi artık hemen bütün partiler üniversitede başörtüsü yasağının kalkmasından yana oldukları halde nasıl yapılacağında henüz anlaşamıyor. Bu zaman alacak, ama şurası muhakkak: Otoriter laikliğin suyu ısındı.