Yargıtay Başsavcılığı’nın, bir statüko gücü olarak üniversitelerde başörtüsü serbestisiyle ilgili olarak yaptığı “sakın ha” hamlesi, bence son derece yerinde bir hamle. Çünkü statükocu güçler,
yasakçı tavırlarını her zaman esas olarak “
türban serbest bırakılırsa başı açık kızlar büyük
baskı altında kalır” iddiasına dayandırdılar. Dolayısıyla
Cumhuriyet Halk Partisi’nden (
CHP) gelen “üniversitelerde türbanı bir
özgürlük sorunu olarak görüyoruz” açıklamaları, bu korku üzerine kurulan paradigmanın tamamını yerle yeksân edecek bir adımdı.
Başsavcılık, “baskı” korkusunu
restore ederek, türban konusunda “
fabrika ayarları”na (Ayhan Aktar’a teşekkürler) geri döndü.
Buraya kadarki kısmı bu yazının özeti olarak kabul edin, şimdi bu söylediklerimi açmaya çalışacağım.
Ya başı açık öğrencilere kimse bir şey demezse?
Başörtülü
genç kızlara serbestçe üniversitelere girme imkânının ufukta yeniden belirmesiyle birlikte, kadim sorumuz da bütün haşmetiyle arz-ı endam eyledi: “Ya başı açık genç kızlara başlarını kapama yönünde baskı yapılırsa?”
Samimiyetle böyle bir korkuya sahip olanlar var kuşkusuz. Fakat ben, bu sorunun tam tersini sorup bundan kaygılananların varlığına da inanıyorum. İddia ediyorum ki, dillerinde “ya başı açık genç kızlara başlarını kapama yönünde baskı yapılırsa” sorusu olan birileri,
beyinlerinde “ya başörtüsü serbest bırakıldıktan sonra başı açık genç kızlara kimse karışmazsa” sorusunu taşıyor... Evet, kimse karışmazsa ve bu korku üzerine bina edilen siyasi strateji paldır küldür çökerse?
Kimse niyet okuduğumu, “beyin okuduğumu” falan öne sürmesin. Basit bir sebep-sonuç ilişkisinden söz ediyorum: Türkiye’de “şeriat korkusu” üzerine inşa edilmiş bir siyasi strateji var mı? Var. Peki, böyle bir korkunun “simgesi”ni başında taşıyanların, başı açık “düşman”larıyla aynı kamusal ortamda var olup da onları yok etmeye yönelmemesi kadar bu stratejiye zarar verecek başka herhangi bir şey geliyor mu aklınıza? Hiç şüpheniz olmasın: Bu, bütün paradigmanın bir anda iflas etmesi anlamına gelir.
Hem o hem o olmaz!
Kılıçdaroğlu’nun “türban sorununu biz çözeriz” çıkışının hemen ardından kaleme aldığım 31 ağustos tarihli yazımda, CHP’nin aynı anda hem “başı açıklar baskı görecek” iddiasını sürdürüp hem de “türban serbestisi”nin arkasında duramayacağını savunmuştum:
“Bir politik kararın gerçekten de feci sonuçlar doğuracağına inanıyorsanız, o kararı almazsınız. O nedenle, CHP’nin şimdiye kadarki katı tutumu yanlıştı ama aynı zamanda tutarlıydı.
“Demek ki ‘türban meselesini biz çözeceğiz’ kararının tutarlı olabilmesi için, her şeyden önce şimdiye kadar üretilmiş bütün korkuların gerçek temellerinin bulunmadığını ilan etmeniz ve bir öz
eleştiri yapmanız gerekir.”
İşte bu nedenle, CHP içinden gelen, “Peki, şimdiye kadar söylediklerimiz; türbanın siyasal İslam’ın simgesi olduğu, okullarda türbanı serbest bırakmanın, başını örtmeyenler üzerinde önüne geçilemez bir baskıya yol açacağına dair iddialarımız yanlış mıydı” şeklindeki itirazlar yerinde itirazlardır.
CHP yönetimi, “
evet, bu iddialar yanlıştı” demedikçe de, itirazlar karşısında ezilmeye ve top çevirmeye devam edecektir.
Uyarı AK Parti’den çok CHP’ye
Fakat CHP’nin geldiği noktada paradigmanın iflasını engellemenin hiçbir yolu kalmamıştır: Eski iddiaların yanlış olduğunu açıkça ilan etmek, paradigmanın çöküşünü açıkça ilan etmek anlamına gelecektir. Yok, bu topa hiç girmeden üniversitelerde başörtüsünün serbest olmasının önündeki engel olma pozisyonundan sıyrılırsa, bu defa iddiaların ve korkuların geçersiz olduğu pratikte ispatlanacak ve paradigma yine çökecektir.
İşte tam bu noktada, yani CHP’nin topu taca atmak için yeni formüller geliştirmeye çalıştığı şu günlerde,
Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan gelen “sakın ha” uyarısı, CHP açısından altın kıymetinde bir hamledir.
Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP’nin muhtemelen “siyasi bir naiflik” olarak gördüğü çıkışına kırmızı
kart göstermiş, üniversitelerde başı açık ve örtülü kızların birlikte okuyup da hiçbir olay çıkmamasının, paradigmanın bütünüyle çökmesi sonucunu doğuracağı hususunda CHP’yi uyarmıştır.
Bence Yargıtay Başsavcılığı bu açıklamayı AK Parti’den çok CHP’ye yönelik olarak yapmıştır.
-
Angora Yayınevi’nden hazin bir düzeltme talebi
Angora Yayınevi’nin sahiplerinden Cumhur
Özdemir gazeteye aşağıda okuyacağınız “düzeltme” metnini gönderdi:
“Gazetenizin 08.10.2010 tarihli internet sayfasında yazarınız Alper Görmüş tarafından Vakit yazarı Yener Dönmez’in yazısına atfen müvekkillerim Angora Yayıncılık ve şirketin
yönetici ortağı Cumhur Özdemir hakkında gerçeğe aykırı, kişilik haklarını zedeleyen ve
terör örgütüyle bağlantılı gibi gösteren bir yazı yazılmıştır. Müvekkillerin her türlü yasal hakkını saklı tutarak, söz konusu gerçeğe aykırı yazıya karşı aşağıdaki
cevap ve düzeltme metninin
Basın Kanunu hükümlerine göre aynı sayfalarda aynı puntolarla aynen yayınlanmasını istiyoruz.
Cevap ve düzeltme metni:
1- İlgi yazıda müvekkil Cumhur Özdemir’in
terör örgütü listesinde bulunan
THKP-C üyeliğinden bir yıl
hapis yattığı belirtilerek, Cumhur Özdemir’in de bir terör örgütünün üyesi olduğu ima edilmektedir. Müvekkil Cumhur Özdemir 12
Eylül Cuntası döneminde, yüz binlerce kişi gibi bir süre
tutuklu kalmıştır. Ancak aleyhine açılan
dava çok kısa bir sürede tamamlanmış,
sıkıyönetim savcısının istemi ve
mahkeme üyelerinin de oybirliğiyle
beraat etmiş ve karar kesinleşmiştir. Dolayısıyla müvekkil herhangi bir örgüt üyesi olmadığı gibi, hiçbir terör örgütüyle ilgisinin de bulunmadığı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinin kesinleşmiş kararı ile sabittir.
2- İlgi yazıda adı geçen Cahit Akçam Angora
yayınevinin sahiplerinden değildir.
3- Angora yayınevi ticari amaçlarla kurulmuş, ülkemizin kültür yaşamına katkıda bulunmaktan başka hiçbir yasa dışı faaliyeti olmayan ve terörle de ilişkisi olamayacak seçkin bir firmadır.”
***
Açıklama böyle... Tahmin etmişsinizdir, Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabının arka kapağında, işkenceciliği sabit bir polisin “Bulunduğu her görevde insana öncelik veren (...) bir
bilge” diye anılmasını sorguladığım yazıyla (“O arka
kapak yazısını hangi ‘simon’ yazdı”) ilgili bir düzeltme bu... Peki, ben neden “hazin” buldum bu açıklamayı? Bana 9 ekimde aynı minvalde bir eleştiri yazısı gönderen okurum Hasan Raca’ya aynı gün verdiğim cevabı okuyunca anlayacaksınız... Buyurun:
“Sayın Hasan Raca, mektubunuzu dikkatle okudum ve kendisini bu kadar düzgün ifade eden bir kişinin, okuduğunu bu kadar yanlış anlamasına hayret ettim. Yazımdaki Vakit alıntısına, ‘Vakit’tir ne yapsa yeridir’, yahut ‘Vakit bunu da yaptı’ kalıbı çerçevesinde yer verdiğim apaçık değil mi? Bir daha bakalım: ‘Soru, makul bir çerçevede genişletilmeye çalışılsa ve ilave sorular sorulsa, buna kimsenin bir itirazı olmazdı. Fakat işler öyle yürümedi; her zaman olanlar oldu; bir aşamada tartışmaya Vakit de dâhil oldu ve...’
“Burada, yayınevine ilişkin yürüyen ve Vakit’le birlikte iyice zıvanadan çıkmış tartışmayla benim işimin olmadığını söylediğim besbelli değil mi? Yani bir tesbiti ifade ederken bir parça ironik bir dil de mi kullanamayacağız artık?
Hayır, yine de dertlenmeyeceğim ama, sizin gibi birinden böyle bir eleştiri gelince insan üzülüyor işte. İnsaf edin Hasan Bey, benim Cahit Akçam’la ilgili olarak ‘
Ermeni kökenli, Agop’un torunu’ diyen birinin yazısını olumlu referansla aktarabileceğimi nasıl düşünebildiniz?
“Maruzatım bu kadar. İzninizle ben de size bir soru sormak istiyorum: O arka kapak yazısı hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Hasan Bey’e sorduğum soruyu şimdi de Cumhur Özdemir’e soruyorum: O arka kapak yazısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
***
HSYK NOTU. Geçen hafta yazdığım “HSYK seçimleri ve ‘muhafazakâr demokrat’lar” başlıklı yazımdaki bütün fikirlerin ve tesbitlerin arkasında durmaya devam ediyorum. Fakat orada İbrahim Okur’la ilgili olarak ortalarda dolaştığını söylediğim iki “iddia”ya yer vermemim doğru olmadığını düşünüyorum. Bir gün sonra bir seçime katılacaktı ve bana cevap verme imkânı yoktu.
İbrahim Okur’un salı günü bu sayfada yayımlanan açıklamasında “iddia”larla ilgili olarak bana yönelttiği eleştiride haklı olduğunu düşünüyorum.