Milli Görüş,
AK Parti’den sonra ikinci partiyi doğurmak üzeredir.
Numan Kurtulmuş ve arkadaşları, ay sonuna kadar yeni partiyi kurarak resmileştirmeyi planlıyor. Acele davranmalarının en önemli nedeni, gelecek yıl yapılacak seçimlere katılabilmek. Çünkü seçimden 6 ay önce teşkilatlanmalarını bitirmek zorundalar.
Geçen hafta Numan Bey ve arkadaşlarıyla yemekte bir araya geldik. Gelecek projelerini anlattılar, isim arayışlarından söz ettiler ve seçime girme konusundaki kararlılıklarını vurguladılar.
Hayli iddialıydılar.
Numan Bey’i her zaman beyefendi, sözünün eri, dürüst ve entelektüel biri olarak görenlerdenim. Siyaset yolculuğundaki kararlığını bir
kazanç olarak bulurum. Ancak, realite başka, dostluk başkadır.
Yemekte de ifade ettiğim gibi, AK Parti’nin doğuş şartları ile şimdiki siyasi konjonktür aynı değildir. AK Parti kurulduğunda iflas etmiş, merkezi çökmüş ve dibe vurmuş bir siyasi tablo vardı. DP ve ANAP’ın doğduğu dönemler gibi...
Şimdi merkezin göbeğine yerleşmiş ve yelpazenin neredeyse yarısını kaplamış iri kıyım bir parti var. Halkın açtığı kredinin hala vadesi dolmadı. Bu nedenle, AK Parti’nin kurulduktan 1 yıl sonra tek başına
iktidara gelişini kendilerine referans almalarının sağlıklı olmayacağını hatırlatmak isterim.
Tüm partilerin almaları muhtemel oy oranlarını ekleyip yüzde 25 civarında adresi belli olmayan
seçmen bulunduğu varsayımından hareketle siyasi
hesap yapmanın da gerçekçi olmadığını belirtmekte yarar var.
Bu ters mantık her zaman kaybetti.
İki temsilci meslektaşım, 2007 seçimlerinden önce AK Parti’nin yüzde 35 civarında oy alacağını söyleyip kalan yüzde 65’in nasıl iktidar olacağı konusunda aritmetik formüller üretiyordu, hüsrana uğradılar.
Mevcut şartların sürdüğü bir ortamda yapılacak seçimler, Numan Bey için sürprize açık gözükmüyor. AK Parti-
CHP eksenindeki siyasi kutuplaşmada ara partilerin, hele kurulacak yeni partilerin şansı daha da azalır.
Ama
siyaseti “maraton” olarak kabul edip uzun ince bir yolculuğa çıkma niyetindeyseler, durum farklıdır. 2012’de
cumhurbaşkanlığı seçimi ve Erdoğan’ın son kez
aday olması, siyaset tarlasının yeniden sürüleceği sonucunu doğurabilir, böyle bir ortamda Numan Bey kendine bir kulvar açabilir.
Elbette, şartların müsait olması tek başına yeterli değildir, bu şartları fırsata dönüştürmek ayrı beceri gerektirir, o da Numan Bey’e kalmıştır.
Dolayısıyla, Erdoğan ve Kurtulmuş arasında bir rekabetten öte bir
bayrak yarışından söz edilebilir. Tabi doğru adımlar atılırsa...
Ecevit’in beynindeki gri madde
Ankara’nın en kıdemli başbakanlık muhabirlerinden Erhan Seven’in anılarını kaleme aldığı “0002 Plakalı Günler” kitabını okuyorum. İlginç anekdotlar var içinde. Yıllarca başbakanlık muhabirliği yapmış biri olarak hafızamı tazelemiş oldum. Kritik evrelerde medyanın üstlendiği rolü daha iyi anlamak açısından da hayli öğretici...
Kitabın bir bölümünde (sayfa 184) Ecevit’in hastaneye kaldırıldığı 2002 yılı mayıs ayındaki yoğun trafiği anlatan Seven,
Başkent Üniversitesi Nöroşirurji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Turgut Zileli’nin hastalıkla ilgili şu tespiti yaptığını yazıyor: “Bülent Ecevit’in beyninde bir madde eksik. O madde, gri madde. Onu da ilaçla doldurmaya çalışıyoruz. Yani başbakanın beyninde eksik olan maddeyi ilaçla tamamlıyoruz.”
Sözünü ettikleri bu gri madde, merkezi sinir sisteminin ana içeriği olarak tanımlıyor. Zileli’ye göre, Ecevit,
beyin fonksiyonlarıyla ilgili bir rahatsızlığı nedeniyle
tedavi görüyordu.
Haber
gazetede sansüre uğruyor, profesörün bu sözleri haberden çıkartılarak gazete manşetine taşınıyor: “Bu çok önemli konu
röportajdan çıkartılmıştı ve ertesi gün ‘Ecevit’in doktoruyla konuştuk’ diyerek yine sürmanşetten haber çıkmıştı. Ancak röportajın içi boşaltılmıştı. Konuşmuştuk ama sanki boş konuşmuşuz gibi gazete yansımıştı.”
O dönem Sabah’taydım. Olayı hatırlıyorum.
Hükümete zarar vereceği düşünülen hiçbir haber yer almazdı veya mercekle okunacak biçimde ufaltılarak verilirdi.
Bir süre sonra flört bozuldu, Ecevit’in partisinden istifalar başladı, Ecevitsiz yeni hükümet senaryoları gündeme geldi. Balayı döneminde kullanılmayan bu haber, savaş döneminde meydana sürüldü. Erhan, bu durumu, gazetenin Ecevit
koalisyon hükümetine verdiği desteği çekmesine bağlıyor.
Erbakan’ın elini öpen gazeteci
Erhan Seven’in kitabında dikkatimi çeken önemli bir ayrıntı daha vardı. Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı döneminde bir gazeteci ilginç bir yönteme başvurarak röportaj yapmayı deniyor. Nasıl mı?
1996 yılında
Antalya Falez Otel’de bir etkinlik var.
İzdiham yaşanan etkinlikte Erbakan, sıraya girmiş partililere elini öptürüyor. O esnada geziyi takip eden
Milliyet Muhabiri Ankara’dan ısrarla aranıp bir konuda Erbakan’dan görüş alması isteniyor. Fakat mümkün değil...
Muhabir sonunda çareyi
el öpme kuyruğunda buluyor. Sıraya giriyor, hocaya tam yaklaştığında partililer gibi elini öpüyor, aynı hızla kendisini tanıtıp sorusunu yöneltiyor. Tabi Hoca şaşkın, “bu sorunun sırası değil” diyerek muhabiri uzaklaştırıyor. Partililer ise “bu gazeteciyi kim soktu buraya” diyerek birbirine düşüyor.
Erhan’ın sözünü ettiği gazeteci, şu anda etkili bir görevde bulunuyor. O nedenle ismini kitaba yazmamış.
Tatlı bir anı olarak kitapta yer alsa bile meslektaşlarımızın sorgulaması gereken bir husustur. Ayrıca şunu da soralım: Şimdi bir gazeteci, onların ifadesiyle
yandaş bir gazeteci Erdoğan’ın elini öpse ileride yazılacak bir kitaba anı olarak saklanır mıydı? Soru sormanın mazereti olarak kabul görür müydü?