Gerek fert gerekse
toplum veya milletler ve devletler planında zor olan, yükselmek değildir; zor olan, ulaşılan nihaî noktada veya zirvede kalabilmektir.
Çünkü zirveler tek bir noktadan ibaret olduğu için orada âdeta tek boyutlu hale gelmek, iki ayaklı iken tek ayaklı olmak ve çizgiden ibaret bir gövde gibi inceldikçe incelmek gerekir.
Bediüzzaman, bu noktaya ihlâs kulesinin başı der ve ihlâs kulesinin başından düşenin kendisine yerde de yer bulamayacağı, yerin altında da en derin çukura yuvarlanacağı ikazında bulunur.
Zirvede toplumları, devletleri ve medeniyetleri, elbette bütün bunlar insan unsuruna dayandığından kişileri bekleyen en büyük
tehlike, Hz. Bediüzzaman'a göre ihlâs'ı kaybetme, benzer şekilde Hz. Muhyiddin-i Arabî'nin Ariflerin Satrancı'nda işaret ettiğine göre de gururdur. Bundandır ki Kur'an, fethin, muvaffakiyetin sonunda insanları hamd ile tesbihe ve daha da ötede istiğfara çağırır (Nasr Sûresi).
Fetih ve muvaffakiyet her zamankinden daha fazla istiğfar gerektirdiği gibi, yine Kur'an, fetih kapılarından secde ile geçmeyi ve fetihten sonra mağlûpları affetmeyi de emreder. Bunun en muhteşem misalini Peygamber Efendimiz'in (sas) Mekke'ye devesinin üzerinde secde halinde girmesinde ve girerken okuduğu tesbih, hamd ve istiğfarda, Mekke'nin fethi tamamlanınca da mağlûpları affetmesinde görürüz. Aynı örneğe, en masum olduğu noktada bile nefsini ezerken, kardeşlerini affederken ve dünyanın bütün kapılarının kendisine açıldığı anda
ölümünü isterken "Seyyid oğlu seyyid oğlu seyyid" olan Hz. Yusuf'ta (as) ve İstanbul'un fethinde Ayasofya'ya toplanmış Bizanslıları affeden Hz. Fatih Sultan Mehmed'de şahit oluruz. Ve yine Kur'an'a göre, Cenab-ı
Allah'ın mü'minlere fetih kapılarını ardına kadar açması da, onları mağfiret etmek, yani bağışlamak içindir (Fetih Sûresi). Çünkü özellikle zirveye çıkmışlar için en büyük tehlike, gurur veya enaniyetin hortlaması, fetih veya muvaffakiyetten insanın nefsine pay ayırmasıdır. Nefis bu noktadan girince Allah ile münasebet perdelenmeye başlar. Allah ile münasebetin perdelenmesinin göstergesi veya verdiği ilk zarar, kişiyi günahlardan ve düşmekten koruyan namazın zayi edilmesidir. Bir zaman teheccüd de kılarken yavaş yavaş terk etme, bir zaman namazların sonunda tesbihatı aksatmazken aksatma,
ihmal ve basamak basamak terk etme, derken gayr-ı müekked ve artık müekked sünnetlerde de ihmal, namazları vaktinde kılmama, Allah'ı az zikretme-namazları âdeta geçiştiriverme, cemaati önemsememe ve yavaş yavaş namazdan uzaklaşma.
Namazın zayi sürecinde şehvetler, derece derece kalbi kaplamaya ve örtmeye durur (Meryem Sûresi/19: 59). Nedir bu şehvetler? Bilhassa erkekler için kadınlar, Âhiret'i değil dünyası düşünülmeye ve kendileriyle övünülmeye başlanmış ve Allah yolunda ayağa takılan evlât, Allah rızası istikametinde Din'i îlâ ve muhtaçlar için harcanmaya kıyılamamış ve biriktirilmiş paralar veya servet, hoşa giden ve kendilerine nişan konulan atlar/nazar boncuğu takılan arabalar, geçim sebebi hayvanlar ve meslekler, makam ve statüler (Âl-i İmran Sûresi/3: 14).
İnsanlar namazı zayi ederek şehvetlere uyar hale gelince, artık şehvetleri artırma ve artırmada yarışma, onlarla insanların birbirine karşı övünmesi, ziynet ve oyun-eğlenceden ibaret dünya hayatı (Hadîd Sûresi/57: 20), insanları ve medeniyetleri bir
bataklık gibi kendine çektikçe çeker. Bu bataklıkta şehvetler ve onlar üzerinde hak iddia etme ve onları paylaşmada kıskançlıklar, didişmeler, çatışmalar, verilen makam, mevki ve statülerden hoşnut olmama halleri ve karşılıklı tecavüzler, yani "bağy" baş gösterir. Ve nihayet, bağy de, her grup kendi yolunu Din'e dayandırma gereği duyduğu için Din'de ihtilâflara (Âl-i İmran Sûresi/3: 19) yani grup grup olmaya yol açar (En'am Sûresi/6: 159).
Bir topluluğa, topluma veya millete böyle tefrika ve ihtilâf girdi mi, artık ölüm kapıda demektir.