Kelimenin tam anlamıyla "gök delinmiş" gibiydi o
akşam. Sıcak ve bunaltıcı bir yazdan sonra, hiç nazlanmadan gelmişti kış. İnsansız yağmur manzaraları tarifsiz bir hüzün barındırıyor sanki. Evlerin çatıları, ağaçların tepeleri, arabaların üstleri... Ve elbette cadde ve
sokakların zeminleri...
Pencereleri unuttuğumu sanmayın lütfen... Ruh halinize göre derinlere çeker sizi yağmurda ıslanmış yarı buharlı camlar.
Mevsimin bu dönemleri tuhaf bir zaman tutmazlık da içeriyor.
Sabah ile akşam saatlerini bile karıştırabiliyor insan. Daha ikindi vakti akşamın kasveti basıyor bazen, kimi zaman da gece yarısına vardığınızı bile bilmiyorsunuz dalgınlıktan.
İşte öyle bir gece...Soğuk, yağmurlu, tenha ve geç saatler... Ana cadde ile çalıştığım mekân arasında bir park var. Çölün içinde vaha gibi bir şey; dört yanı saran biçimsiz binaların orta yerinde bir yeşillik. Duvarın dışından boylu boyunca yürüyüp, yolu uzatmamak için parkın içinden geçmek niyetiyle o tarafa yöneldim. Sarı sokak lambaları günün anlam ve önemine uygun olarak gözlerini kısmışlardı sanki. Tuhaf bir loşluk hakimdi parka. Sabah çocuk cıvıltılarıyla şenlenen plastik salıncaklar birer
maket gibi hareketsiz duruyordu. Kaydıraktan, kayan çocuk vızıltıları yerine, akan yağmurun nazik tıkırtıları geliyordu.
Parkın tam orta yerine gelmiştim ki... Bir öksürük sesi işittim... İrkildim tabii.. Sol taraftaki ağaçların altındaki bankın üzerinde koyu bir kütle belirli belirsiz göründü. Dikkat kesildiğim anda, öksürüğü daha güçlü hissettim. Normalde savuşur yoluma giderim ama nedendir bilmiyorum sese doğru yaklaştım. Yaklaştıkça iki güçlü öksürük arasında onlarca
küçük öksürük sesi ayırt etmeye başladım.
Yaşadığımız yüzyıl iğrenç bir plastik ve
beton asrı sanki. Tahterevallisi, salıncağı, kaydırağı plastikten olan çocuk parkında, beton bank üstünde, üzerine
pazar poşetlerini yırtarak derme çatma yağmurluk yapmış olan biri uzanmıştı. Her öksürdüğünde, plastiğin buruşan yerlerine biriken yağmur suları yere dökülüyordu.
Ona doğru gittiğimi görünce, 'evlat' diye inledi. Yaşlı biriydi, '1 liran var mı?' diye ekledi.
1 lira... Evet, diyerek parayı verip eve yollanmak da vardı ama dediğim gibi nedenini bilmediğim bir ağırlık ayaklarımı hareket ettirmiyordu.
"Parayı ne yapacaksın?" dedim, "Bu saatte her yer kapalı!"
"Çöp poşeti alacağım" dedi hırıltıyla.
Orada öylece yatılamayacağını, çöp poşeti ile filan olmayacağını söyleyerek, yerinden kalkmaya ikna ettim. O yağmur altında sabahı zor edeceği belliydi.
Bana tutunarak ana caddenin aydınlığına doğru yürüdü. Her yöne bilmem kaç
kuruş tarifeli cep telefonu reklamlarının aydınlattığı durağa geldik. En azından yağmurdan korunmuştu. Bildiğimiz anlamda 'evsiz'lerden biri olmadığı her halinden belliydi. Ya yeni düşmüştü sokaklara ya da bir gecelik bir gurbetti onunki.
İki saate yakın oturdum yanında. Bazen yanından ayrılıp, bir şeyler yaparak geri döndüm. Arabanın bagajındaki bir yıl öncesinden kalma eşantiyon sarı yağmurluklardan birini getirdim mesela. Acayip mutlu oldu.
Çok şey anlattı... Merkezinden kayan hayat penceremi tekrar yerine oturtmama yardımcı oldu... O bana kelimelerden kurulu tecrübe
hediye etti, ben de ona elimden ne gelirse. İlk kez ayrı olduğu evinden çok uzağa gitmek istemiyordu.
"Yarın akşam görmeyeceğim seni burada!" diye tehditvari konuştum. Aklım sıra ailesiyle arasını yapmak için baskıydı bu.
Hikâyesini yazmayacağım buraya... Belki başka zaman. Onu bırakıp arabaya bindiğimde, hükümet
emekli zamlarını açıklıyordu garip bir tesadüf olarak. Eve vardığımda ise akşamın programlarını tekrar yayına sokmuştu TV kanalları. Birçok güzel konuşan, iyi giyimli bay ve bayanlar; daha ileri demokrasiden, özgürlükten filan bahsediyordu.
Her yağmur damlası, bir şey söylemek isteyen
eylemci gibi, gelip gelip pencerenin camında
intihar ediyordu sanki!