A. TURAN ALKAN
[email protected]
Kültür-sanat fetişizmi ve faşizmine karşı omuz omuza
"Neydi o, neydi o?" diye hafızamı zorlayıp duruyorum; ne zaman yazmıştım ben o meseleyi?
Bilgisayara soruyorum; anahtar kelimeleri girmeyince bilgisayar nereden bilsin? O bana bakıyor, ben ona?
'Mesele ne?' diyeceksiniz. Mesele, Kül-tür-
Sanat mafyası. Bu konuyla ilgili birşeyler yazmıştım; hani bu işlere
bakan bir mafya teşkilatı olsa; kötü sanat ve kültür olaylarını, beğenmediğimiz
sanatçıları, kültür adamlarını (ne demekse?) bu mafyaya şikâyet etsek; onlar da, "Yavrucuğum bir daha böyle kötü şeyler yaparsan ağzına biber sürerim senin ben." diye âmme adına hayırlı bir görev üstlense...
Böyle bir şey... derken hatırladım; meğer "İlim-irfan mafyası" başlığını koymuşum. Buldum. Aynen yukarıda
tarif ettiğim şeylerden bahseden, pek faydalı, pek değerli bir yazıydı o. Kadri bilinmedi...
Biraz tahsil-
terbiye gören herkese sanki çok lâzımmış gibi ilk iş, kültür ve sanatın yüceliğinden, faziletinden bahsedilir; kültür ve sanat adamlarının ne kadar
mübarek kişiler olduğundan, olmasalardı hayatın ne kadar yeknesak ve renksiz görüneceğinden dem vurulur. Kültür şâhâne bir şeydir; sanat ise neredeyse din gibi, ahlâk gibi daha yukarılarda bir faaliyettir. Medeni olmanın şartlarından biri de kültür ve sanata hürmetkârlıktır vesaire...
"Emeğe saygı"yı anlarım; kültür ve sanat adamlarının emeklerine de bu çerçevede saygı gösterilmesi lüzumunu da anlarım fakat kendi kendimize durup dururken kültür-sanat fetişizmi
icat etmenin hikmetini kesinlikle anlamıyorum. Kültür-sanat işleri mübarek de, -diyelim ki- bulaşık,
çamaşır yıkamak,
otobüs kullanmak, yerleri süpürmek, inşaatta çalışmak, badana-
boya yapmak daha mı az mübârektir? Bu mesele öyle canımı sıkıyor ki, nazarımda, binanın duvarlarını sıvayıp boyayan meçhul işçilerin yaptığı iş, o bina daha ortada yokken zihninde binayı tasarlayarak kâğıda geçiren mimarın yaptığı şeyden daha değerli, daha yarayışlı, daha hakiki bir şey gibi görünmeye başlıyor.
Şurası kesin; sıradan işlerdeki mesleki profesyonellik olmasaydı ve şu farketmediğimiz sıradan işleri bugünün havalı "sanatçı"larına bırakmış olsaydık
medeniyet diye bir şey olmayacaktı. Biz pekâlâ sanat ve sanatçılar olmadan da kendimizce bir düzen yapabilir, şehirler kurabilir, tarlalarımızı
ekip biçebilir, fırında ekmek pişirebilirdik ki bu işler bizim genellikle "sanatlar"a tahsis ettiğimiz yüksek katlarda değil de, "zanaatlar"a layık gördüğümüz bodrum katlarında çekip çevrilen aslî ve çok önemli şeylerdir.
Çömleği zanaatkâr yoğurur, biçimlendirir, pişirir,
tamir eder: sanatkâr onu boyayıp süslemese de olur; eğer bir çömleğiniz varsa mis gibi etli türlü pişirebilirsiniz; o çömleğin çok nadide motiflerle süslenmiş olması türlüyü daha leziz ve
besin değeri daha yüksek kılmaz.
Evet, ben bu meseleyi bu kadar kesin, net ve düz görüyor, öyle anlıyorum. Bu filmin esas oğlanları zanaatkârlardır fakat medeniyetin jeneriğine nedense sanatkârların adı yazılıyor ve bu haksızlık!
Sanatkârlar olmasa
müzik dinleyemezdik, şiir olmazdı gibi saçmasapan itirazlara
kulak asmıyorum; sanat dediğimiz branşların hepsi ama istisnâsız hepsi, aslında zanaatkârların el emeği üzerine kondurulmuş fiyakadan ibarettir. Müzik olmasaydı, rüzgârın, yağmurun, derelerin, çocukların, pazarda
marul satanların sesleriyle idare edebilirdik pekâlâ. Ressamların olmadığı bir dünyada resim ihtiyaçları yine görülüyordu. İnsanlar tiyatrodan çok önce dramayı biliyor, romandan çok çok önce de birbirlerine birşeyler anlatıyor ve şiir dediğimiz şey icat edilmeden çok önce de benzeri tekerlemelerle bazı sözleri kalıcı hale getirebiliyorlardı.
Sanat ve kültür adamlarını, zanaatkâr sınıfından ayırıp pohpohlayarak şirâzeden çıkaran, ne hazin tecellîdir ki
zenginler oldu ve bu adamlar genellikle
kral, han,
sultan, derebeyi,
futbol kulübü başkanı,
diktatör veya
padişah sıfatlarıyla bilinirler; "Benim evimdeki çanakların benzeri, kimsenin evinde olmasın" kıskançlığı ile bazı zanaatkârları şımartıp onlara emsâlinden çokça para vererek imtiyazlı bir zümre icat ettiler. Onlar da derhal zümre dayanışması geliştirip, "Sanatsız kalmış bir toplumun başı belâdan kurtulmaz" tarzında değer hükümleri üreterek zihinlerimiz üzerinde korkunç faşizan ve diktatoryal bir
baskı oluşturdular. Zamanla tarih yazıcılığını üstlenmek, muktedirlere yağlayıcı-ballayıcı kasideler yazmak, neyin iyi, doğru, güzel ve kalıcı olduğu hakkında tekel kurup esip savurarak kendilerini toplumun en muteber, en yüce, en şâhâne insanları gibi göstermeyi başardılar.
Efendiler, sanatsız kalan bir topluma hiçbir şey olmaz; akıp gider hayat fakat zanaatsız kalmış bir toplumda bir saniye bile kalmak istemezsiniz. Sanat eğitimini durdurursanız üzülürüz de meslek okullarını, zanaatkârlık eğitim süreçlerini kapatırsanız mahvoluruz. Böyle bir durum.
Bunları şu sebeple yazıyorum: Değerler sistemi üzerinde düşünürken, "Amaan, elle gelen
düğün-bayram" demeyiniz; her değeri tek tek mıncıklayıp içine bakınız; aklınıza yatmayanları eski bir
sebze sandığına koyup bir tarafa ayırınız; çöpe atarken kolaylık olur.
Eh, biraz... İçlerinde kendini ve haddini bilen takımından nadideler de çıkmaz değildir fakat bunların bir araya gelip, "Sanat engellenemez; sanata ve kültüre saygı göstermek zorundasınız" yollu tehdit ve horozlanmalarına kesinlikle pabuç bırakmamak lâzımdır. Böylelerine hatırlatmalıdır ki kararında pişirilmiş bir un helvası ile diyelim ki Boticelli'nin herhangi bir tablosunu veya bir türlü hazetmediğim operalardan biriyle kesinlikle mukayese etmemek gerekir; "Helvanın yarım saatlik ömrü var, buna mukabil Boticelli ebedîdir" gibi yüksek perdeden ahkâmlara taviz vermemelisiniz. Propagandadır o, aldırmayınız...
Benim
tercihim kesinlikle helvadır, börektir, türlüdür, köy ekmeğidir, nar şerbetidir. Sanat eserleri ise % 100'e varan bir çoğunlukla tatsız, vitaminsiz hatta sağlığa zararlı şeyler ihtiva etmektedir.
Tercih sizin; ben demokrat ruhlu bir adamım!