Gündem yoğunluğu nedeniyle biraz gecikme oldu ama mutlaka yazmam gerekiyor. 5 gazeteci arkadaşımla birlikte
Viyana'da Belediye Başkanı Michael Haeupl'un çağrılısı olarak 2,5 gün geçirdik.
Elbette ki içinde Rapid-
Beşiktaş maçının da bulunması önceden planlanmıştı ama
spordan çok kültür dolu bir
gezi oldu, zaten amaç da buydu.
Birkaç ay önce
İstanbul'da yapılan organizasyonun ikinci ayağı olan bu gezide aslında
Avusturyalı spor yazarlarıyla maç yapacaktık ama mümkün olmadı. Sabah'tan
Ertuğrul Erbaş, Akşam'dan Bahadır Çokişler, Fotomaç'tan Cenk Atılgan, Show Tv'den Bülent
Tuncay, Türkiye'den M.
Emin Batırel'den oluşan ekibimize Viyana Belediyesi Dış İlişkiler Sorumlusu Bayan Eva Gassner ile orada çalışan gazeteci arkadaşımız İsmail
Gökmen harika bir evsahipliği yaptı. İkinci gün başkan Herr Haeupl'un bizi kabulünde Sabah'tan Fatih Doğan ve Bahadır Beyarslan arkadaşımız da hazır bulundu. Fatih'in Ekrem Dağ'a ait bir Beşiktaş formasını imzalatıp armağan etmesi çok hoş bir
jest oldu. Ekrem'in aynı zamanda Avusturya Milli Takımı oyuncusu olduğunu hatırlatmak gereksiz.
Yaklaşan
seçim telaşı içindeki başkanın o hengamede bize zaman ayırması büyük incelikti. Biz de kendisine hem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın
Kadir Topbaş'ın armağanını hem de kendi getirdiklerimizi verme olanağı bulduk. Armağanlarımız arasındaki nazarlık başkanın ilgisini çekti ve özellikle bugünlerde böyle birşeye gereksinmesinin olduğu esprisini yaptı.
Bayan Gassner'in başarılı organizasyonu sayesinde kısa sürede
rekor sayıda müze ve başka görülmeye değer yerlere gitme imkanı bulduk. Tabii en büyük
şenlik ilk
akşam Viyana Operasında Onegin adlı baleyi
izleme sırasında oluştu. Kişisel olarak durum benim için tam anlamıyla bir depremdi.
Televizyonda
Barcelona maçının olduğu bir saatte operaya gitmem için başka bir durumda beni tutuklamak filan gerekirdi. Ancak burada durum değişikti. Viyana'ya gelip de bunu yapmamak, Mekke'ye gidip hacı olmadan dönmeye benzetiliyordu.
Bizim locanın biletleri 84'er
Euro idi. 6 katlı salon tamamen doluydu. Üç perdelik gösteri elbette ki soluk kesici güzellikteydi ama bu kültürü iyi kötü tanımak koşuluyla. Yoksa 'böyle zulüm görmedik' türünden yorumlar daha ön plana çıkabiliyordu.
Babası bu sanatın içinde olan Emre Tilev kardeşimiz, gelmek istemeyen bir arkadaşımızın yerini almayı büyük bir piyango olarak kabul ed
erken bizi de eğitmeye çalıştı. Ancak ortalama 30-40 yıllık bir kültür açığını yarım saat içinde gidermek kolay olmuyor.
Biz eseri izlemekten çok ne kadar
seyirci olduğunu ve biletler için ödenen toplam parayı bulmaya çalıştık. Sonra onları
orkestra üyelerine ve oyunculara pay ettik! Oyunun üç perde oluşu biraz cansıkıcı bulundu ama tesellimiz şuydu: hayatta herşeyin bir sonu vardı!
Maç dönüşü akşam tv'de öteki karşılaşmaları izleyecek kanal ararken arte televizyonunda Türkiye'deki
Arabesk olgusu üzerine yapılmış bir belgesele rastladım ve çivilenip kaldım. Müslüm Gürses'ten Orhan Gencebay'a, Hakkı Bulut'tan Erkin Koray'a kadar kimler yoktu ki konuşmacılar arasında. Parlak Ahmet'in bağlamasından Kadir Çöpdemir'in sosyolojik değerlendirmelerine kadar ayrıca yazılması gereken çok ilginç ve sıkı bir belgeseldi. Sabahleyin bir başka kanalda
Galatasaray'ın 10 yıl önce
A haberleri'>UEFA Kupası'nı kazanmış olduğu görüntülerle anımsatılıp Schuster'li Beşiktaş'ın da bu yolda olduğu değerlendirmesine
tanık olmak hoştu. Onun kadar ilginç bir durum da
İlhan Mansız'ın kızıyla birlikte buz dansında epeyce ustalaştığını kanıtlayan görüntülerdi.
Lucescu olsaydı...
Almanya ve
Azerbaycan yenilgilerinin ardından kaçınılmaz olarak
Hiddink eleştirilerin odağında yer aldı. En çok tepki çeken noktalardan biri, Hollandalı hocanın Türkiye'de çok az bulunmasıydı.
Bu durumla ilgili olarak
Sergen Yalçın NTV'de harika birşey söyledi. Hiddink'in Türkiye'de daha çok bulunmasının neyi değiştireceği boyutundaki
tartışma içinde, "Lucescu olsaydı 364 gün Türkiye'de yaşar, sadece noel günü Romanya'ya gidip ertesi gün gelirdi." dedi. Herhangi bir nedenle Lucescu adının anılması beni her zaman heyecanlandırır. Çünkü onun neyi nasıl yapmaya çalıştığına en yakından tanıklık edenlerden biriyim. Rumen hoca elbette ki o özelliklerini hâlâ sürdürüyor. Başka bir hocayla bunun rüyasını bile göremeyecek olan S.
Donetsk gibi sıradan bir
takım onun sayesinde hem UEFA Kupası kazandı hem de Şampiyonlar Ligi'nde kendi çapında ses getiren bir
ekip oldu.
Lucescu'nun önemli özelliklerinden biri milli maç boşluğu gibi aralıklarda takımına mutlaka maç yaptırması. Nitekim S.Donetsk yine Antalya'ya geldi ve burada iki maç yaptı. Bunun çok doğru ve geçerli bir çalışma biçimi olduğu kanısındayım. Tabii bunu bizim takımlarımıza, örneğin Galatasaray'a uyguladığımızda neyle karşılaştığımızı da düşünmeden edemiyor insan. Biliyorum, Rijkaard'ın babasının vefatı çok önemli bir gelişme ve haliyle durumu değiştiriyor. Peki, şu aradaki büyük boşlukta Sarı Kırmızılı takım Neeskens yönetiminde bir hatta iki maç yapamaz mıydı?
Bu karşılaşmalarda maç eksiği olan oyuncuların oynatılması, sakatlıktan çıkanların durumunun görülmesi, gençlere yer verilmesi gibi uygulamalar yararlı olmaz mıydı? Bu, her durumda mutlaka geçerli ve çok yararlı bir çalışma biçimi değil midir? Hele Avrupa'da çok erken
veda etmiş olan Sarı Kırmızılı takımın bu çalışmayı
yabancı takımları getirerek yapması çok doğru hatta gerekli değil midir? Bu ve benzeri çalışmaları yapmadan Galatasaray nasıl başarılı olacaktır?
Niçin
Arda?
Çok basit: Para ediyor da ondan! Örneğin ben de bu yazıyı biraz daha çarpıcı bir başlıkla ana yazı yapsam, bugün en çok okunan yazarlardan biri olabilirdim. Arda ile hiçbir ilgisi ve hakkında en
küçük bilgisi olmayanların bile sürekli onu konuşup yazmaları bundandır.
Türk futbolunun son dönemdeki en büyük yıldızı yıllardır bu sıkıntıyı çekiyor. Galatasaray'da ilk oynamaya başladığı günlerden bu yana bazıları onun üzerinden
tiraj ve
reyting yapmak amacıyla en aşağılık yol ve yöntemlere başvurmaktan vazgeçemiyorlar. Elbette ki sonuncusu bunların en reziliydi. Artık tükeniş sürecine girmiş birilerinin aslında böyle çirkinlikler yaparak şöhretlerini cilalamaya çalışmaları görülmemiş birşey değil. Ancak hiçbir yararı olmayacağını onlara haber vermiş olayım. Bu tür düşüşleri durdurabilecek bir güç yok. Devirleri bitti. Televizyon şöhretleri mezarlığındaki yerleri çoktan kazıldı!
Geçmişte bu maskaralıkları başka
yaşlı başlı birileri de yaptı. Ancak onların hiç değilse belli bir meslek terbiyeleri vardı ve nerede durulması gerektiğini biliyorlardı. Malum şahıs ise artık freni patlamış bir kamyon gibi. Nereye varabileceğini hep birlikte göreceğiz. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz hastalıklı toplumsal ortam bunların yenilerini illa ki üretecektir. Çünkü vatandaşın bu tür işlere ilgisi büyüktür. O nedenle Arda'nın çilesi daha uzun yıllar sürecektir. Tek kurtuluş, yeni Arda'ların yetişip bu çileyi ondan devralmalarıdır.