Acayip günlerdi gerçekten... Sanki sıkılan kurşunların rengi gökyüzümüzü kaplamıştı. Öylesine kasvetli, öylesine külrengi günler... 1979 yılından bahsediyorum...
Hani Kenan Paşa demişti ya, 'Dengeli olsun diye bir sağdan asıyorduk, bir soldan' diye. Sanki gizli bir el, cinayetleri bu denge üzerinden yürütüyordu.
Sabah solcu vurulursa,
akşama mutlaka bir sağcı katlediliyordu. Gece yarısı duvara yazı yazarken kurşunlanan gencecik solcu çocuğun intikamı sabah başka bir gencin kanı ile yıkanıyordu...
Ve biz, yaşı henüz tutmaya yeni yeni başlayanlar, aklı bu tür işlere yeni basanlar korku ve merakla izliyorduk tüm bu olup biteni. Hele 79 kışı... Doğu'da kışın sabah hiç olmaz sanki sert kışlarda. Öğlene doğru açılır gibi olur. Havada geniz yakan
taşkömürü kokusu ve kurumu, sabahın altısında yola düşerdi sabah öğrencileri. Öğlencilerin geri dönüş saatleri fena. Hava 4'te kararır neredeyse. Saat 6'da zifiri karanlık ve derinlerden gelen polis sirenleri,
silah sesleri, köpek havlamaları...
Servis geleneği filan yok o zamanlar. Pardon... Var, var ama bizim gibiler için değil.
Sınıfta bir Mustafa var. Tankçı bir binbaşının oğlu. Samimiyiz samimi olmasına. O da bizim gibi insan işte. Bizim şivemiz ona
komik, onun konuşması bize puding gibi geliyor. Her akşam okul çıkışı, biz iki-üç
arkadaş sokularak birbirimize, aceleci adımlarla eve doğru yol alırken, okulun kapısına büyük haki
renk askerî
otobüsler yanaşıyor.
Asker çocuklarını alıp
lojmanlara götürüyor...
Şimdi konuşuluyor ya, askerlik, süre, lojman hizmeti filan...
Hatırladığım ilk askerlerden biri,
soğuk bir kış gecesi, otobüsün içine avanak avanak bakarken, göz işaretiyle 'atla' diyen esmer onbaşı mesela.
Yoksa kolay değil askerî bir tesise girmek, askerî araca binmek. Hatırlayın daha ne kadar oldu rahmetli
Muhsin Yazıcıoğlu'nun kazası esnasında üst rütbeli
subayın gazeteciyi helikoptere almaması...
Kuyruklar olurdu mesela.
Erkek çocuklar erkenden gidip
kuyrukta yer tutarlardı aileleri adına. Et kuyrukla, gaz kuyrukla, tüp kuyrukla...
Mustafa, kuyruk nedir bilmezdi mesela. Her sorduğumda '
kantinden alıyoruz biz' derdi. Kantin...
Askerî kantin... Hastanenin dik yokuşundan inince, sağda Karakoyun Deresi üzerinde kurulu garnizonun hemen kenarında. Et de var, süt de,
peynir de... Hem de neredeyse toptan fiyatına... Karaborsa işlemez kantine!
O kış akşamı Mustafa utanarak ayrıldı bizden ve askerî
servis aracına bindi. Biz bakarken arkasından, onbaşı
şoför 'atlayın' işareti yaptı. Tereddüt bile etmedik, atladık arkadaşla ve Mustafa'nın yanına iliştik. Mustafa, çok mutlu olmuştu. Biz ise uzay gemisine binmiş AROG'lu yerliler! Bugün düşündüğümde 'köhne' bile sayılabilecek o otobüs, bize uzay üssü gibi gelmişti. Çok geçmedi mutluluğumuzun üzerinden. Arka beşli koltukta oturan silahlı
jandarma çavuş gelip, herkesi
teker teker inceledi. Yanımızdan tam savuşup gitmişti ki, hemen önümüzdeki kız ve oğlan aynı anda dönüp işaret parmaklarını bize uzattılar. Öyle böyle değil, basbayağı kızıl
kıyamet kopartarak bağırıyorlardı:
Sivil,
sivil, sivil!!!
Çavuş döndü ve yanımıza geldi. Durumu anlayan onbaşı otobüsü durdurdu. Hiç konuşmadan yerimizden kalktık biz. Mustafa kahrolmuştu ama önümüzdeki subay çocukları çok mutluydu. Zemheri gibi bir soğuk yüzümüze çarpıyordu ama esas içimiz kıymık kıymık olmuştu. Nerede indiğimizi bile çözemedik uzun süre...
Buz gibi ayaz iliklerimize kadar geçmiş, dizlerimize kadar ıslanarak bir saatten fazla yürüyerek eve ulaşmıştık. İki
genç öldürülmüştü o akşam Urfa'da. İki çocuk ise ağır yaralanmıştı askerî servisin içinde.
Şimdi ne zaman askerlikle ilgili tartışmalara denk gelsem, o iki subay çocuğunun çığlıkları kulağımda:
Sivil, sivil, sivil!!!